29 Ağustos 2009 Cumartesi

Keramettin Ağabey’in yaşadığı bir öykü; Yirmi birinci yazı

Değerli İzleyici,

Çakışan iki durum var! Bir, Soğanlı Dağları. İki, Keramettin Ağabey’in bu dağlarda yaşadığı öykü. Bu satırların yazarı 2005'in son günü Kars’a gitti. 2006 ikinci günü Kars'tan uçtu ve bu fotoğrafları çekti; Kars Platosu Batı’ya dönük Kuzey çizgisinde Soğanlı Dağları. Havadan Coruh Kanyonları güzergahını derin yarıklar boyu izleriz.

Selim İlçesi’ni geçer geçmez Sarıkamış’ı sol kola alan uçuşla başlayan Soğanlı Yaylaları, karlı görüntüler; Çermik, Zakim, Göreşken, Bardız oylumu grafiksel çizgilerle içindedir. Bu fotoğraflar ne demektir?

Soğanlı Dağları romantik düşçü anlatımlarla insan zihnine yerleşmez demektir. Bu fotoğrafların ilk anlamı; söz, bu nesnellik boyutunu insan zihninde resmedemez. Çok sert olan yamaçlarla Coruh Kanyonları silsilesi, Karadeniz Dağlarına doğru kıvrılır ve bireysel ya toplumsal, tarihsel pek çok öykü sisli dağlar arkasında kalır.

Bu fotoğrafları neden sunuyorum? Bu bölgede Keramettin Ağabey’in yaşadığı öykü ve anne konusu, evet, çocuk sevgisi içeren mektuplarla anne konusu devreye girince Soğanlı Dağları anlatıya konuk oldu.

On dokuzuncu yazıda doğum acıları tam sona erdiğinde çocuğun alınıp başka bir odaya götürülme olayı ile başlayan oyundaki ikinci perdeyi, Wilhelm Reiche’a gönderme yaparak konuyu aktaran mektup yakıcı bir konuyu işliyordu. Ondan öncesi ise Keramettin Bey ve eşini anlatan mektup, çocuk sevgisini tattırdı bizlere. Bunun üzerine Keramettin Ağabey’den teşekkür geldi. Bir de karlı öyküsü var.

Şöyle diyor; ‘Tekinciğim, arı, bal konusu derken, bir eğitimci olarak çocuk ağırlıklı mektup hoşuma gitti. Teşekkür ederim! Hayalen o günleri yaşattı.. bir eğitimci olarak anne/çocuk konusunu bir daha düşündüm, rahmetli annemi hatırladım.

‘Annem, evet, Tekinciğim, annem hiç kimseyle.. annem hiç kimseyle dargın değildi, yani ömrü hayatında kimseyle kötü olmamıştı, hiçbir zaman.. Gayet olumlu, ılımlı bir huyu vardı,’ sözleriyle fotoğrafta görülen annesini anıyor Keramettin Ağabey.

‘Kurtlarla karşılaşınca atı kaptırmak bir yana, anneme ilaç götüremeyeceğim diye bir korku düştü yüreğime,’ diyor.

Annesinin sağlığı bozulduğunda ona ilaç almak için yola çıkıyor Keramettin Ağabey. Karlı yolda, canını ve atını kurtlara kaptırma korkusuyla yaşadığı Sarıkamış yoluna çıkış noktası anne sevgisine dayalı. Daha önceki anlatıdaki çocuk sevgisi burada anne sevgisidir. Soğanlı Dağları’na bakarak bu öyküyü birlikte izleyelim. Şöyle başlıyor;

‘Sevgili Tekinciğim,
‘23 Nisan bayramı günü 1951 yılı, ben anneme ilaç getireyim diye, (güçlü bir kısrak atımız vardı ona bindim.. yedi tane mermi ile tabancayı da üzerime aldım) Sarıkamış’a yöneldim.

‘Çermik Kızıl Kilise üzerinden Kızılçubuk köyü var, (orda Karavelilerden Yunus, Rıza kardeşler var) kış yolu orası ama 23 Nisan tarih.. şöyle ikindi vakti, o köye girdim, Rıza önüme çıktı.

‘Dedi ki; efendi nereye gidiyorsun? Dedim ki; Sarıkamış’a! Sen kimin oğlusun? Dedim ki ben Fettah Efendi’nin oğluyum. Ooo benim dostum, Fettah Efendi, benim ahbabım, gel dedi, misafirim ol yarın gidersin, vakit akşam!

‘Dedim ki, yok, ben şurayı aştım mı, ormanı dağı aştım mı hemen Sarıkamış’a inerim, dedim.
‘Gel, Sarıkamış uzak burdan,’dedi. Bu gece misafirim ol, dedi tekrar. Yok, dedim, anneme ilaç getireceğim, gitmem lazım, dedim. Kurt falan aklıma hiç gelmedi!

‘Yokuşu çıktım, ormanın içi kar, ama kürekle açmışlar, böyle tilki izi gibi. Tepeye çıktım, akşam namazı oldu. Yani ordan ilk defa gidiyorum! Dedim ki, tepeye çıktım mı ormanın tepesine, ordan Sarıkamış gözükür! Karanlık da olsa ışıkları doğrultur giderim dedim. Bir de tepeye çıktım ki ne Sarıkamış’ı.. kocaman deli düzler...

‘Birden at pufurdamaya başladı. Kurtlar ulumaya başladı! Sarıkamış hiç gözükmüyor.. önümde de alabildiğine uzak bir mesafe var. Yani Sarıkamış’ın yerini tahmin ediyorum ama uzak bir mesafe, dedim ki, gidemem, burdan gidersem, yolda kurtlar atı parçalar, ben kendimi kurtarabilirim belki, ağaca çıksam kurtarırım ama şimdi yedi tane mermi var, yedi tane mermiyi yedi kurda sıksam.. kurtlar sürüyle geziyor. Biraz sonra at başladı pufurdamaya yine, kurtlar ulumaya ve yaklaşmaya başladı sesler. Kimseler yok... akşamın da karanlığı yavaş yavaş çöküyor. Döndüm geriye ordan.

‘Bak, döndüm geriye, dedim! Atı kurtlara yedireceğiz dedim! Döndüm geriye, tekrar o ormanlı yola girdim mi.. ormanlı yola girdim böyle dik.. atın üzerinde, mecburen attan indim mi.. yolu göremiyorum.. bir cep feneri var elimde karanlık çöktü, şimdi bakıyorum, böyle yöreden gölgeler geçiyor.. böyle, at pufurduyor falan, ben cep fenerini bir yakıyorum bir bakıyorum kurt uzaklaşmış. Atı önüme kattım, at yolu buldu.

‘Bir buçuk saata ordan aşağıya indim. Ormanın içinden, kar böyle diz boyu ve etrafta kurtlar geziniyor. Köye indim, köyde köpekler ürüdü, onlar havlamaya başlayınca gene Rıza çıktı, döndün mü evladım, iyi ettin iyi ettin.. oğlum sobayı yakın, odayı hazırlayın, dedi falan, atı çekin yem verin dedi. Gece orda misafir kaldım.

‘Ertesi sabah erkenden kalktım Kızılçubuk’tan gittim Sarıkamış’a, bir de gittim ki o yollardan imkan yok gidemezmişim yani, çok uzak bir yermiş, Dikenli Tabya’dan yakın da.. buradan Kızılçubuk Köyü'nden çok çok uzakmış.

‘İlaçları aldım, yola döndüm geldim, şimdi birçok yerde karlaklar var böyle, Kuzey göğüs kar dolu. Karlak! Tam bu!

'Evet, hava da sıcak o gün, hava karı yumuşatmış, gene o köyü Kızılçubuk’u geçtim bir yere geldim.. Bu Kızılçubuk yolundan işte.. Kızılçubuk, Kızılkilise.. Çermik, Zakim ayağı, Göreşken, Bardız dönüşte bizim kısrak atımız kara gömüldü orada bir macera yaşadım ki anlatsam uzun sürecek, Tekinciğim onu da başka zamana...

'Sevgiyle yanaklarından öpüyorum...

'Keramettin'

16 Ağustos 2009 Pazar

Michael Jackson ve Elvis Presley konulu mektup; Yirminci yazı

Değerli İzleyici,

Çocukları odak noktası edinen mektuplar, güncel başka bir dala, müzik dalında yerinin doldurulamayacak olduğu söylenen Michael Jackson ile ilgili bir mektuba geldi dayandı. Michael’ın, söylentilere göre çocukluk günlerinde, öz babası tarafından horlanması sanırım, bize mektup ileten kişiyi öfkelendirmiş. Michael’ın hayranlarından değil mektup yazıcısı, çocuk konusu onu itmiş yazmaya.

Çocukluğunu yaşayamayan milyonlarca insanın bulunduğu bir dünyada olmak, mutsuzluk için yeterli bir neden Değerli İzleyici. İletiyi yazan kişi de bu mutsuzluğu belirterek mektubuna başlamış;

“Blog Sayın yönetmeni, ilkin bu konuda sizin yazmanızı bekledim,” diye başlayan mektup, şöyle sürüyor; “Sayın Yönetmeni , ‘çocuklar ağlamasın,’ başlıklı mektup yayınlanınca bu beklentim daha da çoğaldı. Fakat sizden bu konuda bir yazı çıkmayınca, ben kaleme sarılmak zorunda kaldım. Aslında mektubumun yayınlanması beni mutlu etmez, samimiyim bunda. Fakat ben, bu konuyu size hatırlatmak istiyor ve bunun için yazıyorum,’ diyor.

Biraz öfkeli olmakla birlikte, bana mektup yazan kişinin duyarlığını, içtenliğini mektubun satır aralarında buluyorum. Müzik/söz eşlikli çalışmalarının yanısıra Michael Jackson ile gelen dans/devinim kıvraklığı, sergilenen ritm, giysiler ve beden dili hepsi bir bütün olarak belki de daha çok söz konusu edilecek. Hayranları değil sadece, sanatla ilgili kişileri de bir efsane olarak onu belki de yazınsal metin konusu yapacaklar. Bize iletilen bu mektup bir çağrışım imgelemi ile Elvis Presley’i de hayranlık duygularıyla anıyor ve çağrıştırıyor. Çağrıştırmakla kalmıyor varoşlarda yaşayan çocukları, dolaylı bir betimle bize anımsatıyor ve bu çağrışım bir çağrı’ya dönüşüyor.

Çocuklar konusundaki bu çağrı eşliğinde; ‘in the gettho’..salt bir müzik parçası olarak değil, mektup yazarının sözleriyle bir annenin ağlaması da var;.‘Kar yağarken, soğuk ve gri Şikago’da fakir bir varoş semtinde Charles bebek doğar ve annesi ağlar, getto’da,’ diyor mektup yazan kişi. Bir önceki mektup bir anne; ‘Çocuklar ağlamasın,’ diye yazmıştı. Ne rastlantı bu kez bir annenin ağlamasından söz ediliyor. Mektupla sizleri başbaşa bırakıyorum.

“Blog Sayın yönetmeni, Tekin Sonmez,
“Michael’ın ölüm haberiyle karşılaştım internette gazetelere baktığımda. Michael Jackson yani, popun kralı.. efsane sanatçı.

“Benim pek de fazla ilgimi çekmeyen türü, hareketli ritmik kulağa hoş gelen müziğini hep tanır bilirdim, iyi bir müzik kulağına sahip olmamdan belki. Ama gerçekten de MJ benim için favori bir star değildi. Hatta son zamanlarında beyazın da beyazı teniyle bana zombi gibi görünmüştü. Peki şimdi? Şimdi o artık yoktu...

“Birden içimde değişik bir şefkat ve sevgi duygusu uyandı, sanki onu çok yakından tanıyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Basındaki haberlere uzun uzun takıldım, günlerce internette dolaştım, yeni bir haberi varsa mutlaka yakaladım, kendimce yorumlar yaptım.

“Onun dünya çapında bir star olması, hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği kadar çok olan edinimleri yanında beni duygusal yönü, yalnızlığı mutsuzluğu daha fazla ilgilendirdi.

“Hakkında çıkan kötü haberlere kızdım, onu karalamak istediklerini düşündüm. Babasının, ölümünün hemen ardından kahkahalarla gülerek verdiği pozlarına sinirlendim. MJ’in çocukluğundan beri şiddet gördüğü babasını lanetledim. Küçükken onu 'koca burun' diye çağıran babası yüüznden mi burnunu yok ecek kadar küçülttürmüştü estetik ameliyatlarla diye düşündüm. Kısacası dünyadaki güncel trende bir ayak uydurdum ki sormayın gitsin. Sonra yeni bir düşünce belirdi beynimin çocuk yanında, ya o ölmediyse! Yani bana ne oluyorsa.. ölmediyse.. sanki ne yapacağım.. bilmiyorum da.. yine de ölmesin istiyorum... Haberlere bakıyorum; şüpheciler devrede, Michael rahibe kılığında hastanenin arka kapısından kaçtı... O ölmedi bir sığınakta Elvis’le beraber kalıyorlar... vesaire, vesaire...

“Sonra... Elvis Presley’i düşünmeye başladım.

“Onun ölümü de beni oldukça üzmüştü. En sevdiğim şarkısı beynimde çalmaya başladı birden;in the gettho, soğuk ve gri Şikago, kar yağar fakir bir varoş semtinde Charles bebek doğar ve annesi ağlar...

“Bu şarkıyı ne zaman duysam içimde o hüzünlü duygu belirir. Uzaktan bir getto semtine bakar gibi olurum. Gökyüzündeki kirli hava bulut gibi evlerin çatısına kadar inmiş, çürümüş kara tahta parçaları, paslı tenekelerle yanları, üstleri kapatılmaya çalışılmış barakalar, çamurlu karla kaplı, asfaltsız dar yollar, evlerin yanından, bazısının üstünden uzunlu kısalı soba borularından yapılmış bacalardan çıkan zehirli dumanlar... ve sokakta çocuk çığlıkları... ellerini yanan bir lastiğin ateşinde ısıtıp ısıtıp tekrar kartopu oynamaya koşan, yırtık lastik ayakkabılarından çıkan morarmış ayaklarını artık hissetmeyen, pijama pantolonunun paçalarından sarkan donmuş karları sıyırıp bir yerden bulduğu dolap kapağını kızak yaparak kayan çocuklar... Düşen kalkan kahkahalarıyla sokağı çınlatan çocuklar... Bunlardan çok büyük zevk alan çocuklar... her halde mutlu çocuklar... Bu film karesi her ne zaman Elvis’in “in the gettho”sunu dinlesem gözümde canlanır. Sonra onun erken gidişini düşünürüm, hafif bir hüzün rüzgarı eser geçer.

“Ve Michael. Gençlik dönemimin yükselen yıldızı, o kadar parlak ki bir tek figürü bile dünyayı yıkıyor! Öyle bir hayran kitlesi var ki insan inanamıyor ! Sonra bakıyorsunuz ki o bu kadar büyürken aslında arkasındakiler daha da büyüyor, ondan çok fazla kazanıyor ve yaşıyorlar. O sadece kullanılıyor. Kazandığı paradan haberi bile yok. En yakınındakiler bile ne koparırız hesabı yapıyor, yalnızlık işte budur...

“Daha çok şey var hissettiğim ve düşündüğüm ve artık hayatta bulunmayan biri için. Ölümüyle birçok kişiyi sarsan ama aynı zamanda ölümsüz olan ve artık ses, söz, dans görüntüleriyle hep yaşayacak olan ama bunları hiçbir zaman görmeyecek hissedemeyecek olan Michael. Ölüm son ‘hit’in oldu yerin asla değişmeyecek ve seni düşündüğümde hep artık o mucizeler yapan küçük çocuk gelecek gözümün önüne...

“Saygılarımla...”

4 Ağustos 2009 Salı

Çocuklar Ağlamasın, başlıklı bir mektup geldi; On dokuzuncu yazı

Değer İzleyici,
Çocuk sevgisi taşıyan mektuplara yanıt gecikmedi. ‘Yakıcı bir konu,’ diye ad koymuş son mektup. İçeriğinde ‘kızgınlığı büyük ve yakıcı bir konu’ işleyen, içtenlikle yazıldığı anlaşılan bu iletiyi, bir bölümü midsommardag gününde arşivimize konan fotoğraflarla yayınlıyorum.

Çocuk konusuna pedagoji ruh/bilimi açısından eğilen ve Galiçya’da doğan, Viyana’da Freud’un başyardımcısı olan, farklı görüşleriyle bir dönem gözden düşen, Hitler’in işbaşına gelmesinden kısa süre önce İsveç’e (1933) gelen, daha sonra ABD’ye yerleşip (1939) araştırmalarını orada yapan ve McCarty’cilik salgınıyla yine orada başı derde giren ve Pensilvanya tutukevinde ölen (1957) Wilhelm Reiche’a gönderne yapan mektup şöyle başlıyor;

“Blog Yönetmeni Sayın Tekin Sonmez,

“Son günlerde çocuk fotoğrafları ile şenlenen blog izlencenize takıldım. İlk başlarda felsefi konulara dalıp çıktınız! Bu tür felsefi takılmalar da beni zaman zaman sarar, fakat sonunda yorar da.

“O ilk günlerde şurada kaldım;‘ Dün kendimden uzaklaşmak için çıkmıştım sokağa. İnsanlar da dört mevsim yeşil yapraklarını koruyan ağaçlara benzer...’ Bunu uzun süre tekrarlayıp durdum.

“Bu sözler bana felsefeye açılan bir pencere gibi görünmüştü. O gün bir ara cevap yazmaya bile kalkıştım. Yakıcı bir konu! Sonra ne oldu? Bilmem! Ben de bunları alt alta yazdım, çalışma masamın üstüne iliştirdim. Hatırlatma olsun.. hani.

"Daha sonra; ‘insan kendisine sokulmak için mektup yazar,’ sözlerini okudum. ‘Ben zaten kendimdeyim,’ diye düşündüm, blog izlenceme ara verdim. Sonra ne oldu? Çocuklar.. evet! Şimdi çocuklarla ilgili ve beni etkileyen bir konuya parmak bastınız, size gelen son iki mektubu yayınlayarak. Keramettin Bey ve Melike Hanım’ın çocuk sevgisi çok hoş ve Malatya doğumlu anne, Sivas doğumlu baba, Paris doğumlu Helin ve Paris.. bu da insanı saran sımsıcak bir mektup.

“Bu tür çocuk öyküleri sizin de başınızdan geçmiş olabilir tabii! İşte ikinci defa yazıyorum; bu da çok yakıcı bir konu evet çocuk konusu! O mektuplar.. üstelik bir de uzun süre e-post kutusunda beklediklerini itiraf ediyorsunuz! Her ne ise şimdi bu eleştiriye lütfen takılmayın, yani alınmayın! Niyetim eleştirmek değil! Mektup yazmak insan üzerinde nasıl, ne gibi etki yapar, bunu merak ediyorsunuz sanırım.

“Benim mektup yazma meselem bu değil. Ben burada farklı bakıyorum. Mektup da değil, bebek veya çocukla ilgili bir alıntı iletiyorum. Bakın! Bakın, Wilhelm Reiche, bakın ne diyor! ‘Bizim ünlü doğumevlerinde sarsılmaz bir yasa yeni doğmuş bebelere doğumdan yirmi dört ya da kırk sekiz saat sonrasına dek meme vermeyi yasaklar.

“Reiche devam ediyor; ‘Bebekler ağlar sızlar acı çeker. Gidip bu önlemi sorun. Akla yakın bir tek nedene rastlayamazsınız! Düşünsenize canım! Çocuğu götürüp anasına bırakmak ha! Dokuz ay yaşadığı sıcak ana rahminin dirimsel enerji alışverişini yitiren, 37 derecelik bir ortamdan ansızın 18-20 derecelik odaya çıkan bebek, anne vücudunun tatlı sıcaklığından da yoksun bırakılır.’(*)

“İnanmayacaksnız ama bunlar benim de başımdan geçti Sayın Editör! Mesleğini sevmeyen hemşirenin emirlerini uyguladığım için beş saat acılar içinde süren normal doğum inadım, sonunda insanları seven bir hemşirenin gelmesi üzerine meyvesini verdi ancak. Yoksa ölecektik!

“Odamda beni yalnız bırakan o hemşire her geri dönüşünde ne dedi biliyor musunuz? 'Normal olmuyor, sezeryan yapalım!' Para için tabii! Her seferinde; 'hayır, olmaz, normal doğuracağım,' diye yanıt verdim.

“Beş saat acılar içinde, evet! Çünkü ilk hemşire soluğumu yanlış kullanmam için bana ha bre emir veriyor. Sonunda ansızın gelen başhemşirenin söylediği doğru solunumu yaptım ve onun beş saat sonra odaya girmesi ile normal doğum on dakika içinde gerçekleşti. Şaşırdınız mı? Sayın Editör, bakın iş burada bitmedi! Tam ben ‘oh dünya varmış,’ diyecektim ki, çocuğumu alıp götürmeye kalkıştılar. Bu kez bütün gücümle haykırdım, ‘çocuğumu benden alamazsınız,’ diye. İşte böyle Sayın Yönetmen, Wilhelm Reiche haksız mı?

“İkinci büyük kavga, iki gün boyunca çocuğa aşı yapma konusundaki baskıydı. Buna da karşı çıktım, düşünsenize daha yeni doğmuş bebeye, sarılık aşısı verecekler! O bebenin karaciğeri ne duruma düşer canım? Kızgınlığım büyük ve yakıcı bir konu! Wilhelm Reiche şu sözleri ile haksız mı? Hepimizin bildiği fakat nedenini bilmediğimiz şeyi o söylüyor, diyor ki; ‘Ananın benediyle ilintinin kesilmesinden sonra, çocuğun kıpırdanması önlenir, çocuk kundağa hapsedilir...’ Wilhelm Reiche ile devam etmeye dilim varmıyor Sayın Editör!

Gördünüz gibi ne yakıcı bir konu değil mi? Çocuk! Çocuklar, yani insanlık. Böyle ise; siz, ben, o, hepimiz yarım kalmış, hatta yarım bırakılmış ve düşlerimizde ağlayan çocuklar değil miyiz Sayın Editör? 'İnsanlık mı’ diye bana sorarsanız; bakın ben; ‘Çocuklar ağlamasın’ derim hepsi bu kadar!

“Gördüğünüz gibi çocuklar bana mektup yazma isteği doğurdu. İster yayınlayın, ister yayınlamayın! Ben belki de bu satırları yazarak kendimden, hatta belki de yarım kalmış çocukluğumdan bir an kurtulup dışarı çıktım! Olsun! Olsun!

Bu mektup, sizin açınızdan buna vesile oldu ise teşekkür ederim.

“Teşekkür benim olsun, sevgi ve içtenlik sizin...”

“NOT; Ha! Evet! Az kalsın unutacağım! O fotoğrafını yayınladığınız Ayla benim kızımdır ve anlattığım doğum öyküsü onunla ilgilidir.

*Wilhelm Reiche, 'İnsanın Doğadaki Yeri' Çev. B.Onaran, Payel Y. 1985