26 Eylül 2009 Cumartesi

Almanya'dan bir mektup var; Yirmi üçüncü yazı

Değerli İzleyici,

Açmakta geç kaldığım e-posta kutusundan elime sevecenlikle tutunan, biri yakında diğeri geçen yıl aynı kişinin yazdığı iki mektup var. İşte ilki; ‘Yaklaşık 40 yıl gurbet ve başarılı bir çocuğun öyküsü,’ diye başlıyor. Oberhausen’de konuk edilmiş mektubu yazan kişi. Metin Bey’i ve aile bireylerini tanımış.

İkinci mektuptaki konu da şu; sel felaketiyle zor durumda kalan Aziz Nesin Vakfı’nın koruyucu kanatları altında yaşayan öksüz çocuklarla Metin Bey’in de ilgilendiğini ve bir ileti yazdığını ve bunu yüzlerce adrese postaladığını söylüyor ve diyor ki; ‘Sayın Tekin Sonmez, siz de Aziz Nesin ile TYS yönetiminde çalışmışsınız, unuttunuz mu o günleri ve Aziz Nesin’i yoksa? Geçen yıl size Metin Bey’in öyküsünü de yazmıştım, yayınlamadınız!’

Bana tuhaf duygular ve hüzün veren bu mektup belki de Oberhausen istasyonunda yazılmış. Şundan, yol duygusu ve sıcaklığı var mektupta! Olur mu demeyin, yazdığınız çevre mektuba yansır Değerli İzleyici!

Bakın ilk mektupta diyor ki;‘Benzer günleri o tarifsiz heyecanla hepimiz yaşadık. Ucunda biraz macera ve hayal gibi bir Almanya hevesi, anne baba ayrı ve biraz acılı bir dönem yaşıyorlar anneleriyle, sonra... Almanya.’

Aynı tümce kuruluşuyla ikinci mektupta diyor ki; Benzer acılı günleri o tarifsiz hüzün ve yalnızlıkla hepimiz yaşadık ve şimdi Aziz Nesin’in vakfındaki öksüz çocuklar için çırpınan Metin Bey evet babasız; öksüzlük ise siz Tekin Bey annesiz , hatta altı yaşında annenizin ölümüyle iki yıl Soğanlı Dağları’nda amca yanında hodaklık yapmış, sonra babanız tarafından; ‘eti senin kemiği benim’ sözleriyle çırak verildiğiniz için çıkıp gurbete gitmişsiniz ve çocuk yaştaki o gezginlikle bir anlamda babasız da büyümüşsünüz, unuttunuz mu,’ diye sürdürüyor; ‘şimdi Oberhausen Türk Birliği Başkanı Metin Bey, topluma gönül borcunu ödemek ister. ‘Bireylerin dayanışma içinde olması, sevinçleri de acıları da paylaşma gerektiğini’ ortaya koyuyor.

'Yaşam da böyle anlamlı oluyor değil mi Sayın Yönetmen? Yalnız olmadığımızı derinlikli olarak hissettiğimizde.. sevdiğiniz insanlarla güzellikleri paylaşmanız dileğiyle ve Saygılarımla.'

Doğrusu benim de çok ilgimi çekti, Mannheim ve Berlin’de iki roman yazan, sergiler açan birisi olarak beni çocukluğa çeken, neredeyse sarsıcı bir mektupla yüz yüze geldim Değerli Okur!

Şimdi anıların getirdiği hüzünle, sözü ilk mektuba bırakıyorum. T.S.

‘Blog Yönetmeni, Sayın Tekin SonMez,
'Frankfurt Kitap Fuarı nedeniyle Almanya’da idik. Metin bey ile orada tanıştık. Bizi Oberhausen’e davet etti. Tren istasyonunda biraz köşe kapmaca gibi arayıştan sonra Metin Bey ile buluştuk ve evlerine gittik.

'Sevgili eşi Bedriye hanım bizi güler yüzle karşıladı (oysa babasını yeni kaybetmiş) çok güzel yemeklerle donanmıştı sofra. Almanya’da dört kişilik örnek gösterilen bir Türk ailesi; Bedriye Hanım, öğretmen, Almanya’da çocuklarımızın Türk dilini öğrenmeyi sürdürmeleri için uğraşı veriyor.

'Metin Bey, bir toplum önderi. İki çocukları; Tuba, gepegenç başarılı bir doktor, sempatik, son derece iyi niyetli ve Burak, evde değildi o da mimar olacak.

‘İşte bu ailenin sağlam bir arkaplanı var,’ diye söze girdi eşim. Ben de dedim ki;‘Metin Bey, ana ocağından gurbete gidiyor, çalışacak ve okuyacak, mühendis çıkacak, macera dolu bir Türk filmi gibi.

Anne tıpkı filmlerdeki ana karakteri, çok zor şartlarda yetiştirmek durumunda kaldığı çocuklarına öyle bir dürüstlük aşılıyor ki.

'Geçilen yollara dönüp bakarken insan şaşıyor, ne zaman yaşadık bunları, nasıl yaşadık ve sanki kara bir tren yine çuf çuf diye homurdanarak geçiyor anı duraklarımızdan, ıslığını duyuyoruz bir sonraki vagondan. Alpay’ın bir şarkısı var; ‘Her akşam bir tren gider uzaklara, durur uzaklarda bir yerde, yorgun homurtusunu ıslığını duyarım, öksürür her seferinde..

Eşim nükteyle araya girdi; ‘Maden kuyusundan her çıkışında, her akşam bir tren gider ve kalbi Ankara’da kalan bir çocuk ağlar.. Bu sözlere hepimiz biraz da hüzünle gülüşüyoruz.

Metin Bey araya girdi ve dedi ki; ‘Şimdi, tren değil, otobüs.. tren Sirkeci’de... Otobüs! Ankara’da, Rüzgarlı sokak vardı Ulus’a yakın İş Bankası’nın sağ tarafında İstanbul’a giden otobüsler ordan kalkıyordu.

'Sirkeci’de değil! O ağlamalar Ankara’da oldu ve otuz tane böyle çocuk yaşta genç.. teyzemin kızları, oğulları, dayılarım, annem, kardeşlerim anne tarafı, baba tarafı maalesef hemen hemen yok.’

'Bizim Çorumlu komşumuz, tatlı bir teyze, iki de çocukları akranım beraber oynardık.. Metinciğim, bizim Çorumlu var, dedi.. Almanya’ya gidiyorlar, öğrenci çırak oluyorlar, dedi, aynen böyle.. O komşumuz işte, Dilber Abla kulakları çınlasın. İşte, hem okuyor hem çalışıyor sekiz sene sonra mühendis.. İyi, dedim. Tam bize göre, on beş yaşında para kazanmak çok güzel bir şey bu!

‘İlk gelenler 60’lı yıllarda geldi. Biz 66’da Almanya’ya geldik. Okullar bitti ama biz de bittik. Yedi yüz kişiden en fazla yirmi, yirmi beş kişi bitirdi okulu. Gelirken neler yaşadık neler...

‘Ağlama ne zaman başladı onu söyleyecektim.. laf uzadı.. Otobüs, sabah Rüzgarlı Sokak’tan kalkacaktı. Ben o saate kadar sabretmeye çalıştım, ağlamamak için, kendimi tuttum yani bayağı tuttum.. saat on oldu, otobüs bir beş dakika gecikti.. o beş dakika içerisinde, artık böyle bir hüngür hüngür bir kriz geldi, nasıl boşanıyor böyle nasıl.. artık otobüsü uğurlamaya gelenler de hüngür hüngür.. herkes başladı.. herkes boşandı.. otobüsün içinde herkes ağlıyor... ’

‘Dışarıda, içeride, herkes ağlıyor... Otobüsün içindeyiz. Evet, tabii indiğimiz de oldu, tekrar sarmaş dolaş olduk, artık ağlaya ağlaya.. neyse tekrar bindik.. ondan sonra otobüs kalktı.. ama orası, tam bir gözyaşı seli haline geldi...

‘Bir de Bulgaristan’ı unutmuyorum bir ara Sofya’da indik. Elimde böyle bir sürahiye benzer şeyler vardı, su ihtiyacı için, onu istasyonda, garda doldurdum, bu arada tren kalkıyormuş, çok iyi hatırlıyorum, koştum koştum, on dört buçuk yaşındayım, ben koştukça tren hızlanmaya başladı, arkadaşlar koş dedi kaçırıyorsun treni, kendimi zor attım onların açtığı kapıdan.. bu sefer kapı açık tren gidiyor, gittikçe hızlanmaya başladı.. ben artık kapının etrafından şöyle bu tarafa ayağımı atarak dolanarak orda kendimi trenin içine attım ama korkudan kalbim ağzıma geldi.’

‘Sayın Yönetmen şimdi, Alpay’ın; Her akşam bir tren gider uzaklara, kaybolur uzaklarda bir yerde yorgun homurtusunu ıslığını duyarım, öksürür her seferinde, ezgisini işitin, annesinin her ayrılıkta yaptığı patatesli köftelerin bu trende olduğunu anımsayın ve ikinci mektubu da isterseniz yayınlamayın! Üçüncü mektuba hazır olun o zaman!..
‘Saygılarımla...’

Oberhausen, Almanya

9 Eylül 2009 Çarşamba

Deniz’in karpuz şenliğini anlatan bir mektup geldi; Yirmi ikinci yazı

Değerli İzleyici,

Bu kez karpuz görselliği eşliğinde şenlikli bir mektup daha geldi. Biraz da anı rüzgarı estiren nektup içtenlikli. Yazılı olmadığı için yiten anonim sözlü kültürün bir fotoğrafı sanki iletilenler; ‘..karpuz şenliği yaşanırdı,’ sözleriyle bir tören anlatılıyor. Şöyle diyor;

‘Tam göbekten bıçak vuruldu mu karpuz bir çığlık atarak ortadan ikiye yarılırdı.’

Bu öykü bir anı da getirdi. Bilgin! O yıllarda her çocuk gibi o da karpuz tutkunuydu. ‘Bakkal Hüseyin olacağım,’ der, karpuz satan Hüseyin’in dükkanına sık sık uğrardı. Karpuzlu günlerde payını alır yemek öncesi mideye indirir, ardılı sofradakilerden ikram eden olur mu, diye karpuz yiyenleri seyrederdi.

İşte böyle, Değerli İzleyici,

Bugün bir karpuz şöleni var! Bu şölen iki parçalı! Birisi Deniz! Ötekisi mektup yazan kişinin anıları ile örtüşen çocukluktaki karpuz kültürü ve çakışan Deniz’in karpuz çekirdekleri yakalama öyküsü. T.S.

Şimdi Deniz’i ve karpuz şölenini izleyelim. İşte mektup...

‘Sayın Yönetmen,

‘Karpuz aldım geçenlerde pazardan. Karpuzcu karpuza eliyle birkaç şamar attı, tın tın diye ses verirmiş karpuz, bu iyidir dedi aldım eve geldim, kestim, o da ne! Karpuz sanki karpuz değil başka bir şey, kabak mı desem ne desem, şekeri önceden alınmış sanki. Hiç istemesem de beynim karpuzla bayağı meşgul oldu, düşündüm düşündüm, sonunda buldum, ağır gelsin diye bu karpuzun içine su enjekte etmişler, dedim.

'Küçücük karpuz öyle ağır ki, pazardan alıp eve getirirken kollarım adeta uzadı.. neyse bir de karpuzun içine baktım çekirdeği bile yok neredeyse, birkaç beyaz yumuşak çekirdek! Dedim ki; ‘sana ne oldu böyle karpuz?’

'Oysa biz çocukken annemizle pazara giderdik, orada koyulu açıklı birçok yeşil karpuz olurdu, annem tanıdık bir karpuzcuya gider, iyisinden 7-8 kiloluk alırdı. Eve gelince karpuz şenliği yaşanırdı.

'Tam göbekten bıçak vuruldu mu karpuz bir çığlık atarak ortadan ikiye yarılırdı. Orta yeri en makbulüydü sanki tüm şeker orada depolanmış olurdu. Biz çocuklar karpuzu hemen bitirirdik.

'Yanında da beyaz peynir ve fırından yeni çıkmış dumanı tüten bir parça ekmek.. sonra karpuzun tabaktaki pembe suyunun içinde yüzen kocaman çekirdeklerini yakalama yarışı başlardı. Yakalayınca da aynı kabak çekirdeği gibi çıtlatıp içindeki lezzetli çekirdek içini yerdik.

'Bütün bunları neden mi hatırladım böyle birden? Deniz! Nursel Hanım ile Musa Bey’in oğlu. Deniz bize geldi geçenlerde ilk defa, iki yaşında sevimli mi sevimli bir çocuk.. hemen iletişime geçiyor çok sosyal.

'Sofrayı kurarken bana yardım eder misin diye sordum sevinçle koştu. Kırılma riski olmayan gereçleri taşıyıverdi mutfaktan salona ve hemen geri gelip başka varsa onları da götürmek istediğini belirten hareketler yaptı, o zaman çok iyi konuşamıyordu ancak beden dili konuşuyordu.

'Sonra yemek faslı başladı. Bizimle oturup yemek yemek çok hoşuna gitti. Biraz annesine naz yapmaya başlayınca eşim ona yemek yedirme teklifinde bulundu, Deniz bundan çok memnun oldu ve hemen eşimin yanına yerleşti. Lokmaları ağzına alır almaz hemen yuttu ve her seferinde dedi ki: ‘aaa bu da gitti.’ Böylece annesinin ve babasının şaşkın bakışları altında koca bir tabağı sorunsuz şekilde bitirdi.

'Yemek sonrasında karpuzu getirdik bakır sinimizin üzerine. Söz aramızda bu karpuzu manavdan alırken kestirdim, iyi çıkınca aldım, bir daha riske giremem doğrusu... Deniz, karpuzu görünce heyecanlandı, annesi dedi ki, ‘karpuzu çok sever.’ Biz de buna tanık olduk, bir yiyeceğin nasıl zevkle yendiğine. Kocaman gözlerini açarak ağzına attığı karpuzun tadını çıkara çıkara; ‘ aaa bu da gitti,’ diyerek, karpuz dilimlerinin tam ortasına dalıveren Deniz bize çok hoş anlar ve anılar yaşattı.

'Haa unutmadan karpuzun bitişi Deniz’i koparmadı karpuzdan, çekirdekler vardı tabağın içinde yüzen. Deniz onları yakalamaya koyuldu ve başardı da.. hatta birkaç tane de yutuverdi annesi artık yeter diyene kadar.

'Yüzünde çok mutlu bir ifade vardı. Kendi çocukluğumu hatırladım. Resimleri de size gönderdim belki anı blogunuzda yer bulur diye. Ne güzel değil mi Deniz!'

'Saygılarımla...'