30 Temmuz 2009 Perşembe

Arılar ve elli yılık aşk öyküsü; Melike Hanım, Keramettin Bey, On sekizinci yazı

Değerli İzleyici,
Konu açıldı buna değineceğim kısaca. Bu türe özel önem veren birisi olarak, mektuplara ulaşmakta zorluk çekiyorum. Araya giren zaman tüneli mi nedir, yanıt veremeyeceğim. Evet! İşte benzer konu!

Geçen yıldan bu yana açmakta geç kaldığım e-posta kutusuna bir el daha attım, tıpkı tombala torbasından çeker gibi, elime tutunan bir mektup; işte açıyorum! Neden böyle oldu, bilmiyorum. Kayısı kokularıyla (afedersiniz) renkleriyle dopdolu bu mektup elimi ısırdı! 'Kayısı görüntülerinin altında,' dedim ki;'yanılsamacı ya da şaşırtmacalı bu mektupta arı mı var acaba!'

Gelen mektup, yazları Bünyan’da yaşayan Keramettin Bey ile Melike Hanım’ın yaşam çevresini anlatırken, altını çizmiş;arı sütü geldi aklımıza, Keramettin ağbiye sorduk, demiş. Mektupla gelen bu tümce beni uyandırdı! Mektup bu arkaik romantizmi güzel işliyor. Ne hoş görsel malzeme var, siz de şimdi izleyeceksiniz.

Arılar ve kayısı bahçesi ve elli yılı aşan bir aşk öyküsü var; Keramettin Bey ile Melike Hanım’ın arı, bal ve kayısı ağaçları arasında, Bünyan'da geçen serüvenleri... Oldukça dikenli mektup şöyle başlıyor;

"Blog Sayın Yönetmeni,

“Yayınlamamak sizin bileceğiniz bir konu. Size bir eleştirim var! Blog çalışmalarınız ağır işliyor. Türkçe yazıyorsunuz, fakat Türkiye’den hiç mektup yok! Şaşıyorum buna da! Ülkeniz mi sizi unuttu da size kimse mektup yazmıyor, böyle ise neden? Ülkenizde eli kalem tutan yok mu? Yoksa gelenlere sansür mü uyguluyor yani yayınlamıyorsunuz? Neden? Yoksa siz mi ıhlamur ve kayısı kokulu ülkenizi unuttunuz? Bununla birlikte size bir mektup iletmek isterim. Nasıl oldu, bilmiyorum neden? Aslında, kanlı haberlerle korkutan gazete magazin haberleri içimi sıkınca, özellikle sunduğunuz fotoğrafları görmek için biraz oyalandım, sizin blog bir anda açıldı önümde. Pek şeker iki çocuk çıktılar önüme!

"Son hafta verdiğiniz bu tür iki üç mektup okunmaya değer göründü bana. Uzun bir uyku ve sonunda biraz hızlandınız! Bu hıza 'ben de biraz katkıda bulunayım,' dedim. Olmaz mı! İşte size bir Anadolu mektubu, belki içinizde kalan son bir liman vardır Anadolu’dan, bir duygu vardır bizim için,’ diyen eleştirel mektup şöyle sürüyor;

“Size neden yazıyorum biliyor musunuz Blog Sayın Yönetmeni, Sayın Tekin Sonmez? Son mektuplar; Ekin, minik Ayla ve Helin'den haberler.

“İşte bunları görünce içim hop etti, duygulandım! Neden? Olmasın mı? Bir de sanırım, “Midsommardag günü, ‘güneş herkese eşit doğar,’Fotoğraflar ve yazınızda çocuklara verilen ilgi.. işte böyle.. bu nedenlerle.. ben de size Keramettin ağbi ve Melike ablanın torun (aslında çocuk) sevgisini anlatacağım,” diye başlayan mektubu birlikte okuyalım;

“Sayın Yönetmen, geçenlerde ben ve eşim Kayseri’den Bünyan’a gittik.

“Melike ablanın seslenişine kulak vererek enfes yemeklerle dolu sofraya oturduk. O ne güzel sarmalar öyle, eşimle adeta yarışa girdik, en sevdiğimiz yemekler.. bir de Melike abla ızgarada tavuk yapmaz mı, mükellef sofrada kuş sütü eksik.

“Kuş sütü deyince ‘arı sütü’ geldi birden aklımıza. Keramettin ağbiye sorduk ‘marketlerde bile bulunabilen arı sütü nedir,’ diye. Öğrendik ki, arı sütü bir arının bir iğne başı kadar toplayabildiği, kraliçe arıyı besleyebilmek için hazırlanan çok önemli bir besin maddesi..’ imiş!

“Ama bir balcının 100 gram arı sütü üretmesi için tonlarca baldan fedakarlık etmesi de gerekirmiş.. (artık arı sütü diye birşey almak yok şurdan burdan, eşim ve ben karar verdik, bunu da not ediyorum.)

“Melike ablanın hünerli parmaklarıyla hazırladığı güzel yemekler yenirken bu çiftin yarım yüzyılı geçen aşkından da söz açıldı elbet. Keramettin ağbi bir ara iyice çoştu hatta, ‘çeşmenin başındaki o gecenin anısına’ diye su bardağını epey bir havada tuttu, evliliklerinin nasıl zor gerçekleştiğini bize, adeta o günleri yaşayarak anlattı.

“Arılara gelince, Keramettin ağbinin hayatında çok önemli yer tuttukları belliydi, uzun uzun anlattı bize balın faydalarını, has balın nasıl olacağını.. arıların suyu nasıl peteğe taşıdıklarını bile gösterdi.

“Yemekten sonra yine verandaya çıktık, biz türk kahvesi tiryakileri olarak hemen atak yaptık, Keramettin ağbi de orta bir kahve istedi, Melike abla dedi ki; ‘aslında içmez de gelin hanımın elinden olunca içmek istedi!’ Hafif akşam esintisi altında kahvelerimizi içtik. Keramettin ağbi sevgili torunundan bahsetti, aslında birçok torun var tabii ama bir tanesi var ki o sanki yeniden yaşam vermiş bu aileye. Kızlarının ilk çocuğu anne baba şehir dışında çalıştığından Keramettin ağbi ve Melike ablanın yanında kalmış, onlar büyütmüşler yani.

“O kadar sevmişler, mutlu olmuşlar ki ondan bahsederken sesi gülüyor sanki Keramettin ağbinin, (o emekli ilköğretim müfettişi, şair ve yazardır, kitabını imzaladı) bir de şiirini okudu, ‘sevginin en saf hali budur,’ diyesim geldi, gözleri hafifçe dolan bu değerli insanı izlerken.

“Keramettin ağbi, o bir öğretmen, gerçek bir öğretmen. Artık tükenmekte olan bir nesil var ya işte onlardan, hep iyi şeyler vermek isteyen, doğruyu söyleyip dürüstlüğü gösteren, gösterirken öğreten, bir zamanların Köy Enstitüsünde, Cilavuz’da yetişmiş bir çınar.

“Öyle sevgiyle öyle içten yazmış ki şiirini o biricik torununa, onu dinlerken bizim de gözlerimiz epeyce nemlendi doğrusu.

O kadar özlüyorlarmış ki görmeyince şimdi üniversitede okuyan torunlarını, yanına Ankara’ya gitmeye karar vermişler bir kez. 'Yoo,' demiş torun, 'sizi buraya kadar yorar mıyım ben, hafta sonu geliyorum..' çok mutlu olmuşlar.

“Benim içime güzel duygular veren bu anımı yayımlamanız için gönderdim, Sayın Editör. Melike abla ile kayısılar ve bahçeleri ve bir hobi olarak hayatını adadığı 'arıcılık ve çiçek balı' konusunda Keramettin ağabey ile yeni bir buluşmayı da belki gerçekleştirip fotoğraflarla birlikte bir mektup daha iletebilirim.

"Saygı ile...
"TR Bünyan, Kayseri..."

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Paris'ten bir mektup Helin'i anlatıyor; On yedinci yazı

Değerli İzleyici,

Açılmasını bekleyen birikmiş mektup kutusunun içinden birisini aldım. Not düştüğü gibi uzun süredir açılmayı bekleyen bir ileti bu. Helin adlı küçük hanımdan söz eden bu mektubun bir bölümünü, sonradan çekildiği anlaşılan fotoğraflarla birlikte yayınlıyorum. T.S.

“Sayın Editör,
Blog postanızı seyrek de olsa açıyorum. Mektuplara yer veriyorsunuz. Paris’teyiz eşim ve ben. Size ulaşan iletilerin içinden bu mektubuma yayınlanma şansı ve sırası verilir mi? Ayrıca Paris izlenimleri hoşunuza gitse de, ben bir karşılaşmadan söz etmek isterim,” diye başlayan mektup şöyle sürüyor;

“Uçağın üç sıralı koltuklarından koridor ve yanındaki yerimize oturduk. Uçak tamamen dolduğu, yolcular yerleştikleri halde yanımızdaki pencere kenarındaki koltuk boş. Belki kimse gelmez derken bir yolcu çıkageldi. Küçük 9, 10 yaşlarında bir kız çocuğu, hostes tarafından getirildi ve dizlerimizin önünden rahatlıkla geçerek yerine oturdu, merhabalaştık.
“Uçak biraz sonra piste çıktı ve havalandı. Bulutların üzerine kadar çıktık. Artık güneş pencerelerden keskin ışıklarıyla içeriye doluyor. Küçük hanım pencerelerin ikisini de kapattı, ‘aferin’ dedim içimden, söylemeye gerek kalmadı. Sonra yerine adapte olmaya başladı ve etrafıyla ilgilenmeye de aynı zamanda. Mesela direkt bakmadan hafif sağ yaparak gözlerinin yan ekranından bize baktığını gördüm. Yere bıraktığı süslü çantası öyle ağırdı ki zor taşımıştı. Çantanın üzerinde Barbie resimleri, parlak taşlar, yanlarında asılı çeşitli süsler vardı ve çanta neredeyse küçük kızın kendi gövdesinin iki misli kadardı. Yere bıraktığı çantayı bazen kendine doğru çekmeye çalışıyor birşeyler alıyor geri koyuyor ve sonra dalıp şarkı mırıldanıyordu.

“Eşimle bu sevimli küçük hanımı birbirimize işaret ettik ve biraz ondan bahsettikten sonra ‘merhaba’ dedik; eşim ve ben kendimizi tanıttık. Eşim; ‘kiminle tanışıyoruz,’ diye sordu. Küçük hanım; ‘Ben Helin’ dedi. Karşılıklı memnun olduğumuzu belirttik, o heyecanlıydı.

“Biraz sonra free shopping başlayacak, diye anons geldi. Kataloğu bulduk. Ben de Helin de bakmaya başladık. Helin bebeklerle oyuncaklarla ve parfümlerle ilgilendi. ‘Almak mı istiyorsun’ diye sordum, ‘evet almak isterim, yirmi lira verebilirim,’ dedi.

“Galiba dedim yaz tatilinden geliyorsun.
“Evet’ dedi, ‘babaannemlerden...
“İstanbul’da mı kaldın?
"Evet’ dedi, ‘hem de Marmara Adası’na gittik.
“Oo dedim güzel bir yaz tatili geçirdin yani.
“Evet, dedi ‘güzeldi.’
“Annen, baban seni karşılayacaklar mı?
“Babam gelecek dedi, onlar ayrılar. Ben annemle beraberim, evli değiller ama babamla da görüşüyoruz.. şimdi o gelip beni alacak.
“Nereli annenle, baban?
“Babam Sivaslı, annem Malatyalı. Ben Paris'te doğmuşum.’ Tekrar kataloğa döndü, ‘aslında bunlardan (parfümlerden) anneme alsam onun da bir sürü var ama her zaman babama hediye alıyorum, haksızlık oluyor, anneme de alsam belki sonra,’ diye mırıldandı. Kataloğu çevirirken içini çekti birden;‘işte dedi, bunu almak isterim.’
"Nedir o,’ dedim, ‘Barbie Parfümü’nü gösterdi. Parfüm 13 euroydu. Bu arada eşimle beş küçük boy parfümün bir arada olduğu paketi almaya ve birini de Helin’e hediye etmeye çoktan karar vermiştik bile.

“Free shopping başlar başlamaz Helin parasını uzattı ve istediği parfümü gösterdi. Çok sevinçliydi, ‘İlk defa kendi kendime bir parfüm alıyorum’ dedi. Kendi parfümünü açıp biraz inceledikten sonra bizim paketi açtık ve Helin’e gösterdik. ‘Evet Helin’ dedik, ‘seç bir tanesini, o bizden sana bir armağan olacak.’

"Önce biraz çekindi fakat sonra çok memnun olduğunu hissettiren şekilde parmağını heyecanla parfüm şişelerinin içinde en minik ve fakat en güzel renkli olanına küçük bir vuruşla değdirdi, ‘şu olsun o zaman’ dedi. Birlikte kapağını açtık ve kokusuna baktık, çok hoş bir parfümdü doğrusu. ‘Bravo Helin’ dedik ‘galiba en güzelini seçtin.

“Belki” dedi eşim, ‘Paris’te görüşebiliriz, ne dersin?’ Başını öne doğru eğdi Helin ve sordu, ‘nerede kalacaksınız?’ Biz Chatelet Les Halles’de deyince birden hızla bir nefes çekti, onu sanki yuttu ve sustu, ‘hımm’ dedi.
“Sen de orada mı oturuyorsun yoksa,’ diye sordu eşim.
"Hayır’dedi, ‘ama oraya çok yakın bir yerde oturuyorum.
“Tamam o zaman” dedi eşim, ‘birgün buluşabiliriz. Pazar günü!
“Durun bakayım,’ dedi Helin, cumartesi olmaz, pazar hiç olmaz.
“Niye,” diye sorduk.
“Olmaz, çünkü Pazar günü yeni bir spora başlayacağım, at bineceğim' dedi,'ama küçük bir at...'
“Midilli mi yani' diye sordum.
"Evet, ama mesela yarın buluşabiliriz.
“Uçak havalimanına inmişti. Ondan ayrıldık. Hani utangaç kızlar bir kollarını arkaya atarlar ve kimseyle göz göze gelmeden bir ayaklarının üstünde sağa sola hafifçe sallanırlar ya işte öyle yaptı Helin, el salladık birbirimize...

"Bir hafta sonra Luxemburg Parkında onunla buluştuk ve son fotoğrafta görülen annesi ile de tanıştık. İşte fotoğraflar ve Helin...

"Saygılar..."

16 Temmuz 2009 Perşembe

İki mektup Ekin ve Erol ve kent; On altıncı yazı

Providence çıkışlı bir mektup geldi. İletiyi yazan kişinin adı Ekin. Özyaşam verilmediği için bir tanıtım göremiyoruz. Ekin kimdir?

Bir kitap kurdu olduğunu söylemek nasıl olur? En iyisi onu ilk mektubu ile tanımak! Şöyle yazıyordu; “..bu aralar tam bir öykü yazamadım. Şu son aylarda okul oldukça zorladı, fırsat bulamadım ama kitap okumalarıma ara vermedim. En son ‘Oscar Wilde’ın ‘Dorian Gray'ın Portresi’yle ‘George Orwell’in ‘Hayvan Çiftliği’ni okudum. ‘Hayvan Çiftliği’ni bundan beş yıl önce okutmuşlardı okulda ama pek birşey anlamamıştım, şimdi daha iyi anladım. Şimdi de ‘Sevgi Soysal’ın ‘Hoşgeldin Ölüm ve Tutkulu Perçem’ adlı kitabını okuyorum."

Kaç yaşında olduğunu bilmediğim için kitap/zihinsel bağlantı(Hayvan Çiftliği’ni bundan beş yıl önce okutmuşlardı okulda ama pek birşey anlamamıştım,diyor)konusuna değinmedim ve Ekin’den Providence çıkışlı bir mektup.. diye başladım.. evet, fakat, bu kentin USA’da olduğunu öğreniyoruz bu mektupla. Bu kent üzerine fazla bilgimiz yoktu. Elimizde fotoğraf da yok. Gelen mektup şöyle; “Providence'a geleli birkaç gün oldu. Dün çıkıp biraz dolaşmak istedim.

"Hava oldukça sıcak. Burada sokakta, insan rahatlıkla yürüyebilir, fazla insan yok sokaklarda. Şehir oldukça düzenli kurulmuş, şehrin meydanına doğru yürüdükçe büyük binalar azalıyor fakat otobüs duraklarının olduğu yeri geçtikten sonra binalar tekrardan çoğalıyor.

“Meydanda sağlı sollu kaldırımlarda seyyar satıcılar duruyor.Kimisi cd, dvd satıyor kimisi incik boncuk... Meydandan devam edince nehiri görüyorum. İnsana sakinlik veren bir havası var. Suyu oldukça durgun... Birkaç bot hareket ediyor üstünde. Nehirin hemen üzerinde bulunan köprüden araçlar geçiyor. Nehrin belli kısımlarında ızgaralar var, onların üzerinde de yanmış odunlar bulunuyor. Bu odunların her ayın belli bir günü akşam vaktinde yakıp eğlenceler düzenliyorlar.

“Nehri geçip biraz yokuş yürüdükten sonra ormanlık bir alan gibi olan Brown Üniversitesi'ne geliniyor. Oralardan dümdüz yürüyünce yine bir caddeye geliniyor. Burada da değişik restorantlar ve mağazalar var.

“Akşam vakitlerinde dolaşmak oldukça keyifli... Durmadan, dümdüz devam edince evlerin sıklaştığı, ağaçların bulunduğu bir bölgeye geliniyor. Şehir oldukça sakin, hafta sonu geceleri biraz hareketleniyor fakat o da fazla olmuyor.”

Şöyle yazmış. “Şehir oldukça düzenli kurulmuş..”, “şehrin meydanına doğru yürüdükçe..” alıntılarla da görüldüğü gibi; Ekin, mektubunu yazdığı sırada, “şehir” sözcüğünü kendisine daha yakın bulmuş.

Kent ve yazar nedir? Stockholm söz konusu olunca August Strindberg hemen dilimin ucuna gelir.'Kentler yazarlarıyla, sanatçılarıyla ölümsüzleşir' başlıklı bir deneme yazmıştım.

İzmir’den Erol; “Site’, ‘şehir’, ‘kent’; tarihi değişim, gelişim sırasına (belki de aynı olgulardır)üç kelimeyle ilgili görüşlerinize gereksinim duydum. Aydınlatırsanız sevinirim,” diye yazmıştı. Kendisine o günlerde yanıt verememiştim. Sorduğu dizgeler ışığında yanıt vermiyor hem de yanıt veriyor; sözcükler, kişiler.. diyorum.

Beride “Ekin, mektubunu yazdığı sırada, ‘şehir’ sözcüğünü kendisine daha yakın bulmuş,” dedim. Bize, daha özü kendimize, algı dağarımıza yakın sözcüklerle düşünürsek; kullanılan sözcük; ‘kent’ olsun, ‘şehir’ olsun, ‘site’ olsun, ne değişir? Benim algı dağarım üçünü de ayrıştırabiliyor, fakat seçici olarak ‘kent’ sözcüğünü yeğliyorum.

Burada bir bağ var;'kendimize yakın sözcüklerle düşünürsek,' bana yakın bir sözcükle bakın altı ay önce neler yazmışım! Bir kenti tanımlamak;Şöyle; “Sanata kucak açtıkları için, üzerlerinden yüzyıllar geçse de o kentler yaşama yeni başlayan çocuklar gibi gençtirler ve gelecek için kollarını açmış anneler gibi dünyayı kucaklayacak kentler bunların arasından sıyrılarak çıkar geleceğe.

“Böyle kentler hem çağcıl efsanelerle iç içe yaşarlar fakat, bununla birlikte sanal bir masal kenti de değildirler.Şimdi dönüp bir kez daha bakıyorum da,Stockholm neden hem dünyasal hem de evrensel bir kent oldu ve hangi nedenle masal kenti değildir, diye soruyorum kendime. Bakınız; http://stockholmtekinsonmez.blogspot.com

“..gerçek sanatçılar unutulmak üzere gün gelip de sessiz ve törensiz geçip giderken, sadece birkaç kitap/yapıt bırakmazlar geride ve bakın; yazarlar, mimarlar, ressamlar; örneğin Stockholm Operası gibi ancak sanatın akciğerleriyle soluk alıp veren bir kent de bırakırlar." Diyalektik düşünme yöntemini kendisine yakın bulan Erol Bey; ‘tarihi değişim, gelişim sırasına’ eğilmek daha özü değinmek istiyor. Bunu da anlıyorum ve yakınlık duyumsuyorum. Bu konu işlenebilir ve ilk mektupların yazıldığı Anadolu kentlerinden söz edilebilir.

Büyük Kapadokya’da yazınsal metin düzeyinde (zamana yazılmış) ilk mektup Hitit Kralı (İÖ. 1620-1590) Mursilis’ten günümüze ulaşıyor. C.W.Ceram, ‘Tanrıların Vatanı Anadolu’adlı yapıtında, bu mektup için, '.. edebiyatın başlangıcı kabul etmemiz gerekiyor,' der.

Oysa Providence çıkışlı bir mektup, diye yazmaya başladım.
Yazma gerçeğini; bu büyülü gerçeği elleriyle yoklamak isteyen ve bir anlamda bu sırlı yazın dünyasının içinde soluk alıp vermeye istekli görünen Ekin’in mektubunu yukarıda yayınladım.

Bir yerde; ‘mektup, insanın kendisinden dışarı çıkmasıdır,’ dedim. Bunda gerçek payı yok mu? Bakın ben yazarken bugün Mursilis, Hititler ve tarih çağları öncesi dönemlere, Anadolu’ya gittim.Bugün, şu anda böyle bir gerçeklikle yakınlaştım, fakat ya yarın! Yarın aynı sözcük beni benden çeker ve başka nesneler, duyumlar dünyasına götürür. Yazmanın bir gizi de buradadır.

Tarih, sanat gibi ögelerin yanı sıra Stockholm'u kent yapan giz, doğa sanatlarının doğaçtan algılandığı bir kentlilikle birlikte; insanların sürekli gelip geçtikleri sahil boyunda hem merkez çevrede bile kent ördeklerinin, (en üstteki fotoğrafta görüleceği gibi) uzun ışıklı beyaz gecelerde korkusuzca yatıya hazırlandıkları bir kent olmasıdır.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Stockholm'den simgelerle gelen mektup bir yanıt aldı; On beşinci yazı

Değerli izleyici,

Stockholm’den masalcık görüntüleriyle bir önceki sayfada sunduğum mektup, evet o mektup bir yanıt aldı. Bir de fotoğraf geldi. Bu ikiliyi mektup ve görsellik örnekleri olarak yayınlıyorum. Evet!

Evet! Fotoğrafı ve gelen iletiyi ‘mektup türü ile öteki yazınsal metinler arası ilintiler.. türler arası geçişler.. mektup yazan kişinin kendisinden uzaklaşmak, dışa çıkmak için yazdığı sırada kendisine yaklaşması’ ya da ‘yazınsal metinler ve yaşamsal kılgısal evrilme..’ ya da ‘doğrudan algı, yalın algı, karmaşık duyguları anlaşılır kılmak,’ ya da ‘karmaşık olanları algı odağı yapmak ya da sözlü dil,yazın dili yetisi gelişme faktörleri..’ türünde açıklamalar yapmadan aynen yayınlıyorum. T.S.

Mektup şöyle başlıyor;

“Sayın Editör, tekinsonmez.blog Sayın Yönetmeni,

“İçine düştüğüm bir labirentte koşuyordum; ateşler içinde savrularak nereye koştuğumu bilmeden; oysa sanıyordum ki bir yanıyla yitip giden yanılsamalı bir düştü ateşler içinde koştuğum dolambaçlar.

“Ne oldu? Nasıl oldu? Şöyle ki labirentler bana şaşırtıcı sanal bir dünya sunmuştu; elimi uzatır uzatmaz ergiyip uzaklaşıyor, bana dil çıkarıp komik simgeler yaparak siliniyor, dalgalı bir aynada yok oluyorlardı ve ben de onlarla birlikte bir yitiyor bir görünüyordum. Yiten ve görünen onlar mıydı, ben miydim, bilmiyordum.

“Bellek dağarımda; ‘mektup yazmak kendinden dışarı çıkmaktır,’ tümcesi titrek bir mum ışığı altında silinip beliriyor, sözcükler beni aralarına almış oynak gölgeli titreşimlerle uçuşuyordu; ben miydim, onlar mıydı uçuşup duran, diye düşünüyordum o sırada.

“Sanrı! Şöyle ki eski sözcükle hezeyanlarla mektup yazdığım bir gündü, kendimden dışarı çıkmış ve bir daha geriye dönememiştim. Aradan geçen günler e-post kutusunu bile fark etmemiştim.

“Mektupla dışa açılma eylemindeki sözcükler kandırmacalarla savrulduğu anda bir fotoğrafın da benimle uçuştuğunu gördüm.

“Bu, hem kendimi sanal bir sonsuzlukta, sanrılar içinde hem nesnel sonlu bir sıkışıklıkta yani, kırılan ışıkların yanılsamalı yansıyışında kendimi de gördüğüm andı. Yaşam bir yanılsamalar dünyası bir yansılama serüveni olabilir miydi, yansıyan kimdir diye düşündüm.

“Böyle bir boşlukta; ‘göndericiyi tanımıyorum.. Stockholm’de unutulmuş bir evden geldi,’ diyerek yayınlanan mektup ve birlikte sunulan görselliklerle bir de isim vardı. Ayla! Evet! Ayla!

“Başka hayatlarla da ilintili olduğu halde, ve nedense tümüyle silinip yiten bir hayattan geriye kaldığı söylenen o cıvıl cıvıl nesnelerden; ‘ceviz kabuğu, mini kurbağa, heykelcik alçı, sütbeyaz cama çizilmiş gözler..’ işte böyle yanılsamalı nesneler dünyasından yola çıkarak bir anda elleriyle bana dokunan bu fotoğraf oldu. Evet!“İşte bu nesneler dünyasına çağrılar yapan; ‘Söz konusu edilen Ayla,’ diye bir de not vardı.

“Oysa; ‘.. dil çalışması gerektiren yazım tekniklerinden çok, görsel olan anlatım ile ilgilenirim; kapı, pencere; objelerin duruşları, arkaplanlarında unutulanlar..’ diye bir tümce de ansıyordum.
“Şunların saklı anlatımını merak ediyorum türü bir tümce vardı; ‘..görsellikler, geçmişin yaşam parçaları, bezemelikler, çocuksu masal ögeleriyle yüklü çağrışım simgeleri.. ceviz kabuğu, mini kurbağa, alçıdan maske, sütbeyaz çizilmiş yüz.. daha başka şeyler..’ Söz konusu Stockholm kentinde olanlar gerçek miydi, değil miydi?

“Bu kentin özellikleri konusunda /../düşüncelerini yazacak, bir sanatçı tavsiye eder misiniz’, diyen kimdi? Bunu da unutmadım! Şöyle ki; ‘Simgeli Stockholm fotoğraflarının arkaplanı hakkında bize bilgi iletecek, bir yazara nasıl ulaşabiliriz,’ diye yazılmıştı.
“İşsiz yazarlardan, köşelerinden kovulmuş gazetecilerden bu öneriye yanıt geldi mi bunu da bilmiyorum! Öneriye gelen yanıt belki de uzayda yiten sanal dünyanın e-post kutusunda, hayır, hayır; e-post kutusunda değil bir epos/mitos sarmalında olabilirdi belki! Bana göre bu tuhaf değildi!

“İşte Ayla böyle bir günde geldi; ‘Mektup yazmak kendinden dışarı çıkmaktır,’ tümcesini iterek, titrek bir mum ışığı altında silinip beliren tüm e- post iletilerini geriye iterek evet; evet ileriye, öne çıkan bir fotoğrafla bir düş esini gibi Ayla adında bir görsellik savrulup ekrana düştü. Bu bir düştü! Tuhaf değil mi!

"Titrek bir mum ışığı altında yüzüme doğru savrulup düşen bir düş...

“Ben bu düşü tuttum, tuttum değil de uçuşan bu düşe tutundum. Köklerinden uzak bir ülkede yaşamak gibi mektup yazarken insan kendisinden uzaklaşır sözünü, o an unuttum. Bu kez böyle oldu!
“Ceviz kabuğu dünya ve minicik kurbağalar, alçı yüzler, sütbeyaz lamba üstünde karakelem insan gözleriyle ilinti kuran, evet (uzun aradan sonra) Ayla oldu; bu bir ‘puzzle/yapboz’ oyunuydu sanki ve doğaçlama bir ezgi gibi boş yerleri dolduran Ayla, şimdi boşluğa akmış bir yaşam ve dünya serüveni düşü olarak ve tümünü yansılayarak hem yeni bir yerde kendisini ve tümünü içine alıp dönüşerek; dünyayı şöyle ki puzzle boşluklarını dolduruyor.

“Uzaktan, çok çok uzaktan; ‘yarın daha güzel olacak’ sesiyle ve Ayla görüntüsüyle bu kez koşan bir başka cıvıltı, ‘yapboz’ oyununun boş yerlerini doldurduğu sırada, dalgalı ekranda gözlerime yansıyan Ayla’ya bakıyorum. Siz de şaşmadınız mı buna, ben çok şaşıyorum.
“İlkin evet, Ayla’nın fotoğrafı; oynak gölgeli titreşimlerle sözcüklerin uçuştuğu andı. Onların arasına karışarak uçuşan ve doğum günü armağanı olarak bana ulaşan Ayla’nın fotoğrafı bu. Onu tanıyorum! Güya benim doğum günümmüş! Ben, Ayla’nın doğum günü diye bakıyorum bu fotoğrafa oysa. Bu da çok tuhaf!

“Şaşkınlıkla Ayla’ya bakarken; nasılsa o boşluklardaki kimi sözcüklerin oynak/gölgeli titreşimlerle uçuştuğu sanal dünayada kendimi ararken, Ayla’nın benimle uçuştuğunu ve bana bu yeni dünyada bir yer ayırdığını sezinliyorum; şöyle ki minicik ses tınılarıyla bir aynadan bana yansıyışını, farklı bir mercekten, farklı bir serüven açısından hem kendimi, hem “yapboz” oyunu gibi yaşamı ve Ayla’yı izliyor ve yaşama teşekkür ediyorum. Hoş geldin Ayla! Hoş geldin Ayla!

"Teşekkür Ayla'nın, Ayla'nın fotoğrafı benim; bu mektubu yayınlama durumunda sevgi ve içtenlik sizindir Sayın Editör, tekinsonmez.blog Sayın Yönetmeni hoşça kalınız."

İmza
Stockholm, 8 Temmuz 2009