25 Aralık 2009 Cuma

God Jul, Mutlu Noeller... Yirmi dördüncü yazı

Değerli İzleyici,

Bu blog mektup, anı, günce türü yazınsal metin sunuyor başından bu yana. Teke tek birisi değil iç içe işlenen metinler demek daha doğru olacak bunlara. Posta kutularının yeni yıl kartlarıyla dolduğu günler ve Noel simgelerinin ışıklı ortamı içindeyiz.

Bu kez Feryal Hanım’ın içten sesini işitiyoruz. Bu seste bir edebiyat metninde olması gereken öykü tadı, hem de günce ve anı tadı da var.

‘Mutlu Noeller’ dileği de Batı toplumlarında yaşayan insanlar için doğal bir sesleniştir. Hemen her gün birkaç kez komşulara ya da sokakta karşılaştığımız İsveçlilere ‘God Jul och Gott Nytt År' diyoruz. Türkçedeki 'İyi Noeller ve İyi Yıllar' sizlere de bu dileklerle...
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez
Stockholm, 24 Aralık 2009
Mutlu Noeller...
Artık asla kendine ait evinde yaşayamayacak olan yaşlı insanların, son zamanlarını geçirmekte oldukları yaşlılar evinin penceresinden dışarıya bakar. Bahçeye getirilip kırmızı ve sarı parlak toplarla süslenmiş noel ağacını seyrederken, bir zamanlar yuvasında eşi ve çocuklarıyla noel ağacının altındaki paketlerin açılması gözlerinde canlanır. Geçmiş noellerde çok sayıda 'God Jul och Gott Nytt År' yazılı noel kartı aldığını anımsar. Onları biriktirdiği kutuyu evinden ayrılırken ne yaptığını anımsamaya çalışır. Melankolik duygular içindedir. Küçük damlalar karşı konulmaz bir hızla gözlerinden süzülür.

Her yer bembeyaz, sessiz, sanki kar taneleri nazlı nazlı dans ediyor yere düşerken. Noel sabahı bir yakını gelip de kendisini dışarı çıkaracak diye yüreği hızla çarpan yaşlı insan, o gün, yaşlılar evine taşınmadan önce en son satın aldığı ve sadece özel günlerde giydiği döpiyesini ve kravat yakalı ipek bluzunu giyinir, ona yandan güzel bir fiyonk yapıp üzerine zafir taşlı broşunu takar. Saçlarına güzel bir tuvalet yapar, hatta biraz kırmızı ruj ile beyaz saçları ve mavi gözleri güzel uyum sağlar... eski günlerdeki gibi... torunları için görevliye aldırdığı hediye çekleri tekrar tekrar düzeltir ve onları güzel parlak bir çantanın içine özenle yerleştirir.


Oğluna ve gelinine ise daha büyük çekler almıştır, onları da düzeltir, kontrol eder.. ev için aldırdığı büyük yılbaşı çiçeğine bakar, solmuş yaprak varsa temizlemek için tek tek yapraklarına dokunur, jelatinini düzeltir. Sonra ayakkabılarına, çorabına elbisesine tekrar göz atarak tekerlekli sandalyesine dikkatlice oturup yılbaşı çiçeğini kucağına yerleştirir, ağır ağır ana kapıya doğru ilerler. Daha gelmelerine çok zaman vardır ama o kapıda öylece bekler, zaman onun için hem çok ağır geçer hem de çok hızlı. Bahçedeki kırmızı lame toplar, kar tanecikleri, cam objelerle süslü noel ağacına öyle bakar durur. Yorgun gözleri içeriden tazyik eden damlaları tutamaz artık... cebinden mendilini çıkarıp gözleri kızarmadan bu fırtınayı atlatmak için hafifçe bastırır göz kapaklarına. Güzel şeyler düşünmeye çalışır.

Bir uzun kuyruklu, siyah beyaz, sırtı mavi kuş iner karşı binanın bahçesindeki tüm yapraklarını dökmüş ama dalları bütünüyle salkım salkım kırmızı meyvelerle dolu ağacın dallarından... karlar aşağı düşer ağacın dallarından öbek öbek.

Kuş yaşlılar evinin bahçesine girer, küçük zıplayışlarla gezinir gezinir, karda sıra sıra küçük küçük izler bırakır, sonra pırr havalanır ve gözden kaybolur.

Yaşlı kadın karşıdan mavi arabanın görünmesiyle irkilir. Tam da binanın kapısına park eden arabadan oğlu, gelini ve iki torunu inerler el sallayarak... çocuklar koşarak merdivenleri çıkarlar, binanın kapısı açılır ve babaannelerinin kollarına sarılırlar özlemle, sevgiyle, biraz da babaannelerinin onlara vereceği parlak torbaların merakıyla. Sonra oğul ve gelin anneyi sevgiyle öperler, özenle tekerlekli sandalyesi yaşlılar evinin geniş ana kapısından indirilir, arabaya yanaştırılır ve arka koltuklara oturmasına yardım edilir. Kapıları kapanır, araba hafif bir patenaj ile hareket eder ve yaşlılar evinin önü yine boş kalır.

Uzun kuyruklu, siyah beyaz, sırtı mavi kuş bahçeye doğru ağır ağır alçalarak iner, noel ağacının en tepesine konar, bu bir hareket verir noel ağacına, yaprakları sallanır, üzerinde biriken karlar toz gibi dağılarak aşağıdaki dalların üzerine düşer. Bir sonraki noeli göremeyecek olan ağaç, misafiri uzun kuyruklu siyah beyaz, sırtı mavi kuşun söylediği şarkıyla adeta dans eder... bu noel gününde yaşlı insanlarla dolu bu huzurlu ve dingin evin bahçesinde bulunmaktan, onların yakınlarıyla, dostlarıyla uzun zaman sonra bir araya gelmelerine tanık olmaktan duyduğu mutlulukla bütün dallarını hafifçe sallar, yemyeşil yapraklarla dolu dallarına tüy gibi hafifçe konan kar tanelerine merhaba der sevinçle...

Mutlu noeller size...

Feryal Özkale Sönmez
Stockholm 24 Aralık 2009

26 Eylül 2009 Cumartesi

Almanya'dan bir mektup var; Yirmi üçüncü yazı

Değerli İzleyici,

Açmakta geç kaldığım e-posta kutusundan elime sevecenlikle tutunan, biri yakında diğeri geçen yıl aynı kişinin yazdığı iki mektup var. İşte ilki; ‘Yaklaşık 40 yıl gurbet ve başarılı bir çocuğun öyküsü,’ diye başlıyor. Oberhausen’de konuk edilmiş mektubu yazan kişi. Metin Bey’i ve aile bireylerini tanımış.

İkinci mektuptaki konu da şu; sel felaketiyle zor durumda kalan Aziz Nesin Vakfı’nın koruyucu kanatları altında yaşayan öksüz çocuklarla Metin Bey’in de ilgilendiğini ve bir ileti yazdığını ve bunu yüzlerce adrese postaladığını söylüyor ve diyor ki; ‘Sayın Tekin Sonmez, siz de Aziz Nesin ile TYS yönetiminde çalışmışsınız, unuttunuz mu o günleri ve Aziz Nesin’i yoksa? Geçen yıl size Metin Bey’in öyküsünü de yazmıştım, yayınlamadınız!’

Bana tuhaf duygular ve hüzün veren bu mektup belki de Oberhausen istasyonunda yazılmış. Şundan, yol duygusu ve sıcaklığı var mektupta! Olur mu demeyin, yazdığınız çevre mektuba yansır Değerli İzleyici!

Bakın ilk mektupta diyor ki;‘Benzer günleri o tarifsiz heyecanla hepimiz yaşadık. Ucunda biraz macera ve hayal gibi bir Almanya hevesi, anne baba ayrı ve biraz acılı bir dönem yaşıyorlar anneleriyle, sonra... Almanya.’

Aynı tümce kuruluşuyla ikinci mektupta diyor ki; Benzer acılı günleri o tarifsiz hüzün ve yalnızlıkla hepimiz yaşadık ve şimdi Aziz Nesin’in vakfındaki öksüz çocuklar için çırpınan Metin Bey evet babasız; öksüzlük ise siz Tekin Bey annesiz , hatta altı yaşında annenizin ölümüyle iki yıl Soğanlı Dağları’nda amca yanında hodaklık yapmış, sonra babanız tarafından; ‘eti senin kemiği benim’ sözleriyle çırak verildiğiniz için çıkıp gurbete gitmişsiniz ve çocuk yaştaki o gezginlikle bir anlamda babasız da büyümüşsünüz, unuttunuz mu,’ diye sürdürüyor; ‘şimdi Oberhausen Türk Birliği Başkanı Metin Bey, topluma gönül borcunu ödemek ister. ‘Bireylerin dayanışma içinde olması, sevinçleri de acıları da paylaşma gerektiğini’ ortaya koyuyor.

'Yaşam da böyle anlamlı oluyor değil mi Sayın Yönetmen? Yalnız olmadığımızı derinlikli olarak hissettiğimizde.. sevdiğiniz insanlarla güzellikleri paylaşmanız dileğiyle ve Saygılarımla.'

Doğrusu benim de çok ilgimi çekti, Mannheim ve Berlin’de iki roman yazan, sergiler açan birisi olarak beni çocukluğa çeken, neredeyse sarsıcı bir mektupla yüz yüze geldim Değerli Okur!

Şimdi anıların getirdiği hüzünle, sözü ilk mektuba bırakıyorum. T.S.

‘Blog Yönetmeni, Sayın Tekin SonMez,
'Frankfurt Kitap Fuarı nedeniyle Almanya’da idik. Metin bey ile orada tanıştık. Bizi Oberhausen’e davet etti. Tren istasyonunda biraz köşe kapmaca gibi arayıştan sonra Metin Bey ile buluştuk ve evlerine gittik.

'Sevgili eşi Bedriye hanım bizi güler yüzle karşıladı (oysa babasını yeni kaybetmiş) çok güzel yemeklerle donanmıştı sofra. Almanya’da dört kişilik örnek gösterilen bir Türk ailesi; Bedriye Hanım, öğretmen, Almanya’da çocuklarımızın Türk dilini öğrenmeyi sürdürmeleri için uğraşı veriyor.

'Metin Bey, bir toplum önderi. İki çocukları; Tuba, gepegenç başarılı bir doktor, sempatik, son derece iyi niyetli ve Burak, evde değildi o da mimar olacak.

‘İşte bu ailenin sağlam bir arkaplanı var,’ diye söze girdi eşim. Ben de dedim ki;‘Metin Bey, ana ocağından gurbete gidiyor, çalışacak ve okuyacak, mühendis çıkacak, macera dolu bir Türk filmi gibi.

Anne tıpkı filmlerdeki ana karakteri, çok zor şartlarda yetiştirmek durumunda kaldığı çocuklarına öyle bir dürüstlük aşılıyor ki.

'Geçilen yollara dönüp bakarken insan şaşıyor, ne zaman yaşadık bunları, nasıl yaşadık ve sanki kara bir tren yine çuf çuf diye homurdanarak geçiyor anı duraklarımızdan, ıslığını duyuyoruz bir sonraki vagondan. Alpay’ın bir şarkısı var; ‘Her akşam bir tren gider uzaklara, durur uzaklarda bir yerde, yorgun homurtusunu ıslığını duyarım, öksürür her seferinde..

Eşim nükteyle araya girdi; ‘Maden kuyusundan her çıkışında, her akşam bir tren gider ve kalbi Ankara’da kalan bir çocuk ağlar.. Bu sözlere hepimiz biraz da hüzünle gülüşüyoruz.

Metin Bey araya girdi ve dedi ki; ‘Şimdi, tren değil, otobüs.. tren Sirkeci’de... Otobüs! Ankara’da, Rüzgarlı sokak vardı Ulus’a yakın İş Bankası’nın sağ tarafında İstanbul’a giden otobüsler ordan kalkıyordu.

'Sirkeci’de değil! O ağlamalar Ankara’da oldu ve otuz tane böyle çocuk yaşta genç.. teyzemin kızları, oğulları, dayılarım, annem, kardeşlerim anne tarafı, baba tarafı maalesef hemen hemen yok.’

'Bizim Çorumlu komşumuz, tatlı bir teyze, iki de çocukları akranım beraber oynardık.. Metinciğim, bizim Çorumlu var, dedi.. Almanya’ya gidiyorlar, öğrenci çırak oluyorlar, dedi, aynen böyle.. O komşumuz işte, Dilber Abla kulakları çınlasın. İşte, hem okuyor hem çalışıyor sekiz sene sonra mühendis.. İyi, dedim. Tam bize göre, on beş yaşında para kazanmak çok güzel bir şey bu!

‘İlk gelenler 60’lı yıllarda geldi. Biz 66’da Almanya’ya geldik. Okullar bitti ama biz de bittik. Yedi yüz kişiden en fazla yirmi, yirmi beş kişi bitirdi okulu. Gelirken neler yaşadık neler...

‘Ağlama ne zaman başladı onu söyleyecektim.. laf uzadı.. Otobüs, sabah Rüzgarlı Sokak’tan kalkacaktı. Ben o saate kadar sabretmeye çalıştım, ağlamamak için, kendimi tuttum yani bayağı tuttum.. saat on oldu, otobüs bir beş dakika gecikti.. o beş dakika içerisinde, artık böyle bir hüngür hüngür bir kriz geldi, nasıl boşanıyor böyle nasıl.. artık otobüsü uğurlamaya gelenler de hüngür hüngür.. herkes başladı.. herkes boşandı.. otobüsün içinde herkes ağlıyor... ’

‘Dışarıda, içeride, herkes ağlıyor... Otobüsün içindeyiz. Evet, tabii indiğimiz de oldu, tekrar sarmaş dolaş olduk, artık ağlaya ağlaya.. neyse tekrar bindik.. ondan sonra otobüs kalktı.. ama orası, tam bir gözyaşı seli haline geldi...

‘Bir de Bulgaristan’ı unutmuyorum bir ara Sofya’da indik. Elimde böyle bir sürahiye benzer şeyler vardı, su ihtiyacı için, onu istasyonda, garda doldurdum, bu arada tren kalkıyormuş, çok iyi hatırlıyorum, koştum koştum, on dört buçuk yaşındayım, ben koştukça tren hızlanmaya başladı, arkadaşlar koş dedi kaçırıyorsun treni, kendimi zor attım onların açtığı kapıdan.. bu sefer kapı açık tren gidiyor, gittikçe hızlanmaya başladı.. ben artık kapının etrafından şöyle bu tarafa ayağımı atarak dolanarak orda kendimi trenin içine attım ama korkudan kalbim ağzıma geldi.’

‘Sayın Yönetmen şimdi, Alpay’ın; Her akşam bir tren gider uzaklara, kaybolur uzaklarda bir yerde yorgun homurtusunu ıslığını duyarım, öksürür her seferinde, ezgisini işitin, annesinin her ayrılıkta yaptığı patatesli köftelerin bu trende olduğunu anımsayın ve ikinci mektubu da isterseniz yayınlamayın! Üçüncü mektuba hazır olun o zaman!..
‘Saygılarımla...’

Oberhausen, Almanya

9 Eylül 2009 Çarşamba

Deniz’in karpuz şenliğini anlatan bir mektup geldi; Yirmi ikinci yazı

Değerli İzleyici,

Bu kez karpuz görselliği eşliğinde şenlikli bir mektup daha geldi. Biraz da anı rüzgarı estiren nektup içtenlikli. Yazılı olmadığı için yiten anonim sözlü kültürün bir fotoğrafı sanki iletilenler; ‘..karpuz şenliği yaşanırdı,’ sözleriyle bir tören anlatılıyor. Şöyle diyor;

‘Tam göbekten bıçak vuruldu mu karpuz bir çığlık atarak ortadan ikiye yarılırdı.’

Bu öykü bir anı da getirdi. Bilgin! O yıllarda her çocuk gibi o da karpuz tutkunuydu. ‘Bakkal Hüseyin olacağım,’ der, karpuz satan Hüseyin’in dükkanına sık sık uğrardı. Karpuzlu günlerde payını alır yemek öncesi mideye indirir, ardılı sofradakilerden ikram eden olur mu, diye karpuz yiyenleri seyrederdi.

İşte böyle, Değerli İzleyici,

Bugün bir karpuz şöleni var! Bu şölen iki parçalı! Birisi Deniz! Ötekisi mektup yazan kişinin anıları ile örtüşen çocukluktaki karpuz kültürü ve çakışan Deniz’in karpuz çekirdekleri yakalama öyküsü. T.S.

Şimdi Deniz’i ve karpuz şölenini izleyelim. İşte mektup...

‘Sayın Yönetmen,

‘Karpuz aldım geçenlerde pazardan. Karpuzcu karpuza eliyle birkaç şamar attı, tın tın diye ses verirmiş karpuz, bu iyidir dedi aldım eve geldim, kestim, o da ne! Karpuz sanki karpuz değil başka bir şey, kabak mı desem ne desem, şekeri önceden alınmış sanki. Hiç istemesem de beynim karpuzla bayağı meşgul oldu, düşündüm düşündüm, sonunda buldum, ağır gelsin diye bu karpuzun içine su enjekte etmişler, dedim.

'Küçücük karpuz öyle ağır ki, pazardan alıp eve getirirken kollarım adeta uzadı.. neyse bir de karpuzun içine baktım çekirdeği bile yok neredeyse, birkaç beyaz yumuşak çekirdek! Dedim ki; ‘sana ne oldu böyle karpuz?’

'Oysa biz çocukken annemizle pazara giderdik, orada koyulu açıklı birçok yeşil karpuz olurdu, annem tanıdık bir karpuzcuya gider, iyisinden 7-8 kiloluk alırdı. Eve gelince karpuz şenliği yaşanırdı.

'Tam göbekten bıçak vuruldu mu karpuz bir çığlık atarak ortadan ikiye yarılırdı. Orta yeri en makbulüydü sanki tüm şeker orada depolanmış olurdu. Biz çocuklar karpuzu hemen bitirirdik.

'Yanında da beyaz peynir ve fırından yeni çıkmış dumanı tüten bir parça ekmek.. sonra karpuzun tabaktaki pembe suyunun içinde yüzen kocaman çekirdeklerini yakalama yarışı başlardı. Yakalayınca da aynı kabak çekirdeği gibi çıtlatıp içindeki lezzetli çekirdek içini yerdik.

'Bütün bunları neden mi hatırladım böyle birden? Deniz! Nursel Hanım ile Musa Bey’in oğlu. Deniz bize geldi geçenlerde ilk defa, iki yaşında sevimli mi sevimli bir çocuk.. hemen iletişime geçiyor çok sosyal.

'Sofrayı kurarken bana yardım eder misin diye sordum sevinçle koştu. Kırılma riski olmayan gereçleri taşıyıverdi mutfaktan salona ve hemen geri gelip başka varsa onları da götürmek istediğini belirten hareketler yaptı, o zaman çok iyi konuşamıyordu ancak beden dili konuşuyordu.

'Sonra yemek faslı başladı. Bizimle oturup yemek yemek çok hoşuna gitti. Biraz annesine naz yapmaya başlayınca eşim ona yemek yedirme teklifinde bulundu, Deniz bundan çok memnun oldu ve hemen eşimin yanına yerleşti. Lokmaları ağzına alır almaz hemen yuttu ve her seferinde dedi ki: ‘aaa bu da gitti.’ Böylece annesinin ve babasının şaşkın bakışları altında koca bir tabağı sorunsuz şekilde bitirdi.

'Yemek sonrasında karpuzu getirdik bakır sinimizin üzerine. Söz aramızda bu karpuzu manavdan alırken kestirdim, iyi çıkınca aldım, bir daha riske giremem doğrusu... Deniz, karpuzu görünce heyecanlandı, annesi dedi ki, ‘karpuzu çok sever.’ Biz de buna tanık olduk, bir yiyeceğin nasıl zevkle yendiğine. Kocaman gözlerini açarak ağzına attığı karpuzun tadını çıkara çıkara; ‘ aaa bu da gitti,’ diyerek, karpuz dilimlerinin tam ortasına dalıveren Deniz bize çok hoş anlar ve anılar yaşattı.

'Haa unutmadan karpuzun bitişi Deniz’i koparmadı karpuzdan, çekirdekler vardı tabağın içinde yüzen. Deniz onları yakalamaya koyuldu ve başardı da.. hatta birkaç tane de yutuverdi annesi artık yeter diyene kadar.

'Yüzünde çok mutlu bir ifade vardı. Kendi çocukluğumu hatırladım. Resimleri de size gönderdim belki anı blogunuzda yer bulur diye. Ne güzel değil mi Deniz!'

'Saygılarımla...'

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Keramettin Ağabey’in yaşadığı bir öykü; Yirmi birinci yazı

Değerli İzleyici,

Çakışan iki durum var! Bir, Soğanlı Dağları. İki, Keramettin Ağabey’in bu dağlarda yaşadığı öykü. Bu satırların yazarı 2005'in son günü Kars’a gitti. 2006 ikinci günü Kars'tan uçtu ve bu fotoğrafları çekti; Kars Platosu Batı’ya dönük Kuzey çizgisinde Soğanlı Dağları. Havadan Coruh Kanyonları güzergahını derin yarıklar boyu izleriz.

Selim İlçesi’ni geçer geçmez Sarıkamış’ı sol kola alan uçuşla başlayan Soğanlı Yaylaları, karlı görüntüler; Çermik, Zakim, Göreşken, Bardız oylumu grafiksel çizgilerle içindedir. Bu fotoğraflar ne demektir?

Soğanlı Dağları romantik düşçü anlatımlarla insan zihnine yerleşmez demektir. Bu fotoğrafların ilk anlamı; söz, bu nesnellik boyutunu insan zihninde resmedemez. Çok sert olan yamaçlarla Coruh Kanyonları silsilesi, Karadeniz Dağlarına doğru kıvrılır ve bireysel ya toplumsal, tarihsel pek çok öykü sisli dağlar arkasında kalır.

Bu fotoğrafları neden sunuyorum? Bu bölgede Keramettin Ağabey’in yaşadığı öykü ve anne konusu, evet, çocuk sevgisi içeren mektuplarla anne konusu devreye girince Soğanlı Dağları anlatıya konuk oldu.

On dokuzuncu yazıda doğum acıları tam sona erdiğinde çocuğun alınıp başka bir odaya götürülme olayı ile başlayan oyundaki ikinci perdeyi, Wilhelm Reiche’a gönderme yaparak konuyu aktaran mektup yakıcı bir konuyu işliyordu. Ondan öncesi ise Keramettin Bey ve eşini anlatan mektup, çocuk sevgisini tattırdı bizlere. Bunun üzerine Keramettin Ağabey’den teşekkür geldi. Bir de karlı öyküsü var.

Şöyle diyor; ‘Tekinciğim, arı, bal konusu derken, bir eğitimci olarak çocuk ağırlıklı mektup hoşuma gitti. Teşekkür ederim! Hayalen o günleri yaşattı.. bir eğitimci olarak anne/çocuk konusunu bir daha düşündüm, rahmetli annemi hatırladım.

‘Annem, evet, Tekinciğim, annem hiç kimseyle.. annem hiç kimseyle dargın değildi, yani ömrü hayatında kimseyle kötü olmamıştı, hiçbir zaman.. Gayet olumlu, ılımlı bir huyu vardı,’ sözleriyle fotoğrafta görülen annesini anıyor Keramettin Ağabey.

‘Kurtlarla karşılaşınca atı kaptırmak bir yana, anneme ilaç götüremeyeceğim diye bir korku düştü yüreğime,’ diyor.

Annesinin sağlığı bozulduğunda ona ilaç almak için yola çıkıyor Keramettin Ağabey. Karlı yolda, canını ve atını kurtlara kaptırma korkusuyla yaşadığı Sarıkamış yoluna çıkış noktası anne sevgisine dayalı. Daha önceki anlatıdaki çocuk sevgisi burada anne sevgisidir. Soğanlı Dağları’na bakarak bu öyküyü birlikte izleyelim. Şöyle başlıyor;

‘Sevgili Tekinciğim,
‘23 Nisan bayramı günü 1951 yılı, ben anneme ilaç getireyim diye, (güçlü bir kısrak atımız vardı ona bindim.. yedi tane mermi ile tabancayı da üzerime aldım) Sarıkamış’a yöneldim.

‘Çermik Kızıl Kilise üzerinden Kızılçubuk köyü var, (orda Karavelilerden Yunus, Rıza kardeşler var) kış yolu orası ama 23 Nisan tarih.. şöyle ikindi vakti, o köye girdim, Rıza önüme çıktı.

‘Dedi ki; efendi nereye gidiyorsun? Dedim ki; Sarıkamış’a! Sen kimin oğlusun? Dedim ki ben Fettah Efendi’nin oğluyum. Ooo benim dostum, Fettah Efendi, benim ahbabım, gel dedi, misafirim ol yarın gidersin, vakit akşam!

‘Dedim ki, yok, ben şurayı aştım mı, ormanı dağı aştım mı hemen Sarıkamış’a inerim, dedim.
‘Gel, Sarıkamış uzak burdan,’dedi. Bu gece misafirim ol, dedi tekrar. Yok, dedim, anneme ilaç getireceğim, gitmem lazım, dedim. Kurt falan aklıma hiç gelmedi!

‘Yokuşu çıktım, ormanın içi kar, ama kürekle açmışlar, böyle tilki izi gibi. Tepeye çıktım, akşam namazı oldu. Yani ordan ilk defa gidiyorum! Dedim ki, tepeye çıktım mı ormanın tepesine, ordan Sarıkamış gözükür! Karanlık da olsa ışıkları doğrultur giderim dedim. Bir de tepeye çıktım ki ne Sarıkamış’ı.. kocaman deli düzler...

‘Birden at pufurdamaya başladı. Kurtlar ulumaya başladı! Sarıkamış hiç gözükmüyor.. önümde de alabildiğine uzak bir mesafe var. Yani Sarıkamış’ın yerini tahmin ediyorum ama uzak bir mesafe, dedim ki, gidemem, burdan gidersem, yolda kurtlar atı parçalar, ben kendimi kurtarabilirim belki, ağaca çıksam kurtarırım ama şimdi yedi tane mermi var, yedi tane mermiyi yedi kurda sıksam.. kurtlar sürüyle geziyor. Biraz sonra at başladı pufurdamaya yine, kurtlar ulumaya ve yaklaşmaya başladı sesler. Kimseler yok... akşamın da karanlığı yavaş yavaş çöküyor. Döndüm geriye ordan.

‘Bak, döndüm geriye, dedim! Atı kurtlara yedireceğiz dedim! Döndüm geriye, tekrar o ormanlı yola girdim mi.. ormanlı yola girdim böyle dik.. atın üzerinde, mecburen attan indim mi.. yolu göremiyorum.. bir cep feneri var elimde karanlık çöktü, şimdi bakıyorum, böyle yöreden gölgeler geçiyor.. böyle, at pufurduyor falan, ben cep fenerini bir yakıyorum bir bakıyorum kurt uzaklaşmış. Atı önüme kattım, at yolu buldu.

‘Bir buçuk saata ordan aşağıya indim. Ormanın içinden, kar böyle diz boyu ve etrafta kurtlar geziniyor. Köye indim, köyde köpekler ürüdü, onlar havlamaya başlayınca gene Rıza çıktı, döndün mü evladım, iyi ettin iyi ettin.. oğlum sobayı yakın, odayı hazırlayın, dedi falan, atı çekin yem verin dedi. Gece orda misafir kaldım.

‘Ertesi sabah erkenden kalktım Kızılçubuk’tan gittim Sarıkamış’a, bir de gittim ki o yollardan imkan yok gidemezmişim yani, çok uzak bir yermiş, Dikenli Tabya’dan yakın da.. buradan Kızılçubuk Köyü'nden çok çok uzakmış.

‘İlaçları aldım, yola döndüm geldim, şimdi birçok yerde karlaklar var böyle, Kuzey göğüs kar dolu. Karlak! Tam bu!

'Evet, hava da sıcak o gün, hava karı yumuşatmış, gene o köyü Kızılçubuk’u geçtim bir yere geldim.. Bu Kızılçubuk yolundan işte.. Kızılçubuk, Kızılkilise.. Çermik, Zakim ayağı, Göreşken, Bardız dönüşte bizim kısrak atımız kara gömüldü orada bir macera yaşadım ki anlatsam uzun sürecek, Tekinciğim onu da başka zamana...

'Sevgiyle yanaklarından öpüyorum...

'Keramettin'

16 Ağustos 2009 Pazar

Michael Jackson ve Elvis Presley konulu mektup; Yirminci yazı

Değerli İzleyici,

Çocukları odak noktası edinen mektuplar, güncel başka bir dala, müzik dalında yerinin doldurulamayacak olduğu söylenen Michael Jackson ile ilgili bir mektuba geldi dayandı. Michael’ın, söylentilere göre çocukluk günlerinde, öz babası tarafından horlanması sanırım, bize mektup ileten kişiyi öfkelendirmiş. Michael’ın hayranlarından değil mektup yazıcısı, çocuk konusu onu itmiş yazmaya.

Çocukluğunu yaşayamayan milyonlarca insanın bulunduğu bir dünyada olmak, mutsuzluk için yeterli bir neden Değerli İzleyici. İletiyi yazan kişi de bu mutsuzluğu belirterek mektubuna başlamış;

“Blog Sayın yönetmeni, ilkin bu konuda sizin yazmanızı bekledim,” diye başlayan mektup, şöyle sürüyor; “Sayın Yönetmeni , ‘çocuklar ağlamasın,’ başlıklı mektup yayınlanınca bu beklentim daha da çoğaldı. Fakat sizden bu konuda bir yazı çıkmayınca, ben kaleme sarılmak zorunda kaldım. Aslında mektubumun yayınlanması beni mutlu etmez, samimiyim bunda. Fakat ben, bu konuyu size hatırlatmak istiyor ve bunun için yazıyorum,’ diyor.

Biraz öfkeli olmakla birlikte, bana mektup yazan kişinin duyarlığını, içtenliğini mektubun satır aralarında buluyorum. Müzik/söz eşlikli çalışmalarının yanısıra Michael Jackson ile gelen dans/devinim kıvraklığı, sergilenen ritm, giysiler ve beden dili hepsi bir bütün olarak belki de daha çok söz konusu edilecek. Hayranları değil sadece, sanatla ilgili kişileri de bir efsane olarak onu belki de yazınsal metin konusu yapacaklar. Bize iletilen bu mektup bir çağrışım imgelemi ile Elvis Presley’i de hayranlık duygularıyla anıyor ve çağrıştırıyor. Çağrıştırmakla kalmıyor varoşlarda yaşayan çocukları, dolaylı bir betimle bize anımsatıyor ve bu çağrışım bir çağrı’ya dönüşüyor.

Çocuklar konusundaki bu çağrı eşliğinde; ‘in the gettho’..salt bir müzik parçası olarak değil, mektup yazarının sözleriyle bir annenin ağlaması da var;.‘Kar yağarken, soğuk ve gri Şikago’da fakir bir varoş semtinde Charles bebek doğar ve annesi ağlar, getto’da,’ diyor mektup yazan kişi. Bir önceki mektup bir anne; ‘Çocuklar ağlamasın,’ diye yazmıştı. Ne rastlantı bu kez bir annenin ağlamasından söz ediliyor. Mektupla sizleri başbaşa bırakıyorum.

“Blog Sayın yönetmeni, Tekin Sonmez,
“Michael’ın ölüm haberiyle karşılaştım internette gazetelere baktığımda. Michael Jackson yani, popun kralı.. efsane sanatçı.

“Benim pek de fazla ilgimi çekmeyen türü, hareketli ritmik kulağa hoş gelen müziğini hep tanır bilirdim, iyi bir müzik kulağına sahip olmamdan belki. Ama gerçekten de MJ benim için favori bir star değildi. Hatta son zamanlarında beyazın da beyazı teniyle bana zombi gibi görünmüştü. Peki şimdi? Şimdi o artık yoktu...

“Birden içimde değişik bir şefkat ve sevgi duygusu uyandı, sanki onu çok yakından tanıyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Basındaki haberlere uzun uzun takıldım, günlerce internette dolaştım, yeni bir haberi varsa mutlaka yakaladım, kendimce yorumlar yaptım.

“Onun dünya çapında bir star olması, hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği kadar çok olan edinimleri yanında beni duygusal yönü, yalnızlığı mutsuzluğu daha fazla ilgilendirdi.

“Hakkında çıkan kötü haberlere kızdım, onu karalamak istediklerini düşündüm. Babasının, ölümünün hemen ardından kahkahalarla gülerek verdiği pozlarına sinirlendim. MJ’in çocukluğundan beri şiddet gördüğü babasını lanetledim. Küçükken onu 'koca burun' diye çağıran babası yüüznden mi burnunu yok ecek kadar küçülttürmüştü estetik ameliyatlarla diye düşündüm. Kısacası dünyadaki güncel trende bir ayak uydurdum ki sormayın gitsin. Sonra yeni bir düşünce belirdi beynimin çocuk yanında, ya o ölmediyse! Yani bana ne oluyorsa.. ölmediyse.. sanki ne yapacağım.. bilmiyorum da.. yine de ölmesin istiyorum... Haberlere bakıyorum; şüpheciler devrede, Michael rahibe kılığında hastanenin arka kapısından kaçtı... O ölmedi bir sığınakta Elvis’le beraber kalıyorlar... vesaire, vesaire...

“Sonra... Elvis Presley’i düşünmeye başladım.

“Onun ölümü de beni oldukça üzmüştü. En sevdiğim şarkısı beynimde çalmaya başladı birden;in the gettho, soğuk ve gri Şikago, kar yağar fakir bir varoş semtinde Charles bebek doğar ve annesi ağlar...

“Bu şarkıyı ne zaman duysam içimde o hüzünlü duygu belirir. Uzaktan bir getto semtine bakar gibi olurum. Gökyüzündeki kirli hava bulut gibi evlerin çatısına kadar inmiş, çürümüş kara tahta parçaları, paslı tenekelerle yanları, üstleri kapatılmaya çalışılmış barakalar, çamurlu karla kaplı, asfaltsız dar yollar, evlerin yanından, bazısının üstünden uzunlu kısalı soba borularından yapılmış bacalardan çıkan zehirli dumanlar... ve sokakta çocuk çığlıkları... ellerini yanan bir lastiğin ateşinde ısıtıp ısıtıp tekrar kartopu oynamaya koşan, yırtık lastik ayakkabılarından çıkan morarmış ayaklarını artık hissetmeyen, pijama pantolonunun paçalarından sarkan donmuş karları sıyırıp bir yerden bulduğu dolap kapağını kızak yaparak kayan çocuklar... Düşen kalkan kahkahalarıyla sokağı çınlatan çocuklar... Bunlardan çok büyük zevk alan çocuklar... her halde mutlu çocuklar... Bu film karesi her ne zaman Elvis’in “in the gettho”sunu dinlesem gözümde canlanır. Sonra onun erken gidişini düşünürüm, hafif bir hüzün rüzgarı eser geçer.

“Ve Michael. Gençlik dönemimin yükselen yıldızı, o kadar parlak ki bir tek figürü bile dünyayı yıkıyor! Öyle bir hayran kitlesi var ki insan inanamıyor ! Sonra bakıyorsunuz ki o bu kadar büyürken aslında arkasındakiler daha da büyüyor, ondan çok fazla kazanıyor ve yaşıyorlar. O sadece kullanılıyor. Kazandığı paradan haberi bile yok. En yakınındakiler bile ne koparırız hesabı yapıyor, yalnızlık işte budur...

“Daha çok şey var hissettiğim ve düşündüğüm ve artık hayatta bulunmayan biri için. Ölümüyle birçok kişiyi sarsan ama aynı zamanda ölümsüz olan ve artık ses, söz, dans görüntüleriyle hep yaşayacak olan ama bunları hiçbir zaman görmeyecek hissedemeyecek olan Michael. Ölüm son ‘hit’in oldu yerin asla değişmeyecek ve seni düşündüğümde hep artık o mucizeler yapan küçük çocuk gelecek gözümün önüne...

“Saygılarımla...”

4 Ağustos 2009 Salı

Çocuklar Ağlamasın, başlıklı bir mektup geldi; On dokuzuncu yazı

Değer İzleyici,
Çocuk sevgisi taşıyan mektuplara yanıt gecikmedi. ‘Yakıcı bir konu,’ diye ad koymuş son mektup. İçeriğinde ‘kızgınlığı büyük ve yakıcı bir konu’ işleyen, içtenlikle yazıldığı anlaşılan bu iletiyi, bir bölümü midsommardag gününde arşivimize konan fotoğraflarla yayınlıyorum.

Çocuk konusuna pedagoji ruh/bilimi açısından eğilen ve Galiçya’da doğan, Viyana’da Freud’un başyardımcısı olan, farklı görüşleriyle bir dönem gözden düşen, Hitler’in işbaşına gelmesinden kısa süre önce İsveç’e (1933) gelen, daha sonra ABD’ye yerleşip (1939) araştırmalarını orada yapan ve McCarty’cilik salgınıyla yine orada başı derde giren ve Pensilvanya tutukevinde ölen (1957) Wilhelm Reiche’a gönderne yapan mektup şöyle başlıyor;

“Blog Yönetmeni Sayın Tekin Sonmez,

“Son günlerde çocuk fotoğrafları ile şenlenen blog izlencenize takıldım. İlk başlarda felsefi konulara dalıp çıktınız! Bu tür felsefi takılmalar da beni zaman zaman sarar, fakat sonunda yorar da.

“O ilk günlerde şurada kaldım;‘ Dün kendimden uzaklaşmak için çıkmıştım sokağa. İnsanlar da dört mevsim yeşil yapraklarını koruyan ağaçlara benzer...’ Bunu uzun süre tekrarlayıp durdum.

“Bu sözler bana felsefeye açılan bir pencere gibi görünmüştü. O gün bir ara cevap yazmaya bile kalkıştım. Yakıcı bir konu! Sonra ne oldu? Bilmem! Ben de bunları alt alta yazdım, çalışma masamın üstüne iliştirdim. Hatırlatma olsun.. hani.

"Daha sonra; ‘insan kendisine sokulmak için mektup yazar,’ sözlerini okudum. ‘Ben zaten kendimdeyim,’ diye düşündüm, blog izlenceme ara verdim. Sonra ne oldu? Çocuklar.. evet! Şimdi çocuklarla ilgili ve beni etkileyen bir konuya parmak bastınız, size gelen son iki mektubu yayınlayarak. Keramettin Bey ve Melike Hanım’ın çocuk sevgisi çok hoş ve Malatya doğumlu anne, Sivas doğumlu baba, Paris doğumlu Helin ve Paris.. bu da insanı saran sımsıcak bir mektup.

“Bu tür çocuk öyküleri sizin de başınızdan geçmiş olabilir tabii! İşte ikinci defa yazıyorum; bu da çok yakıcı bir konu evet çocuk konusu! O mektuplar.. üstelik bir de uzun süre e-post kutusunda beklediklerini itiraf ediyorsunuz! Her ne ise şimdi bu eleştiriye lütfen takılmayın, yani alınmayın! Niyetim eleştirmek değil! Mektup yazmak insan üzerinde nasıl, ne gibi etki yapar, bunu merak ediyorsunuz sanırım.

“Benim mektup yazma meselem bu değil. Ben burada farklı bakıyorum. Mektup da değil, bebek veya çocukla ilgili bir alıntı iletiyorum. Bakın! Bakın, Wilhelm Reiche, bakın ne diyor! ‘Bizim ünlü doğumevlerinde sarsılmaz bir yasa yeni doğmuş bebelere doğumdan yirmi dört ya da kırk sekiz saat sonrasına dek meme vermeyi yasaklar.

“Reiche devam ediyor; ‘Bebekler ağlar sızlar acı çeker. Gidip bu önlemi sorun. Akla yakın bir tek nedene rastlayamazsınız! Düşünsenize canım! Çocuğu götürüp anasına bırakmak ha! Dokuz ay yaşadığı sıcak ana rahminin dirimsel enerji alışverişini yitiren, 37 derecelik bir ortamdan ansızın 18-20 derecelik odaya çıkan bebek, anne vücudunun tatlı sıcaklığından da yoksun bırakılır.’(*)

“İnanmayacaksnız ama bunlar benim de başımdan geçti Sayın Editör! Mesleğini sevmeyen hemşirenin emirlerini uyguladığım için beş saat acılar içinde süren normal doğum inadım, sonunda insanları seven bir hemşirenin gelmesi üzerine meyvesini verdi ancak. Yoksa ölecektik!

“Odamda beni yalnız bırakan o hemşire her geri dönüşünde ne dedi biliyor musunuz? 'Normal olmuyor, sezeryan yapalım!' Para için tabii! Her seferinde; 'hayır, olmaz, normal doğuracağım,' diye yanıt verdim.

“Beş saat acılar içinde, evet! Çünkü ilk hemşire soluğumu yanlış kullanmam için bana ha bre emir veriyor. Sonunda ansızın gelen başhemşirenin söylediği doğru solunumu yaptım ve onun beş saat sonra odaya girmesi ile normal doğum on dakika içinde gerçekleşti. Şaşırdınız mı? Sayın Editör, bakın iş burada bitmedi! Tam ben ‘oh dünya varmış,’ diyecektim ki, çocuğumu alıp götürmeye kalkıştılar. Bu kez bütün gücümle haykırdım, ‘çocuğumu benden alamazsınız,’ diye. İşte böyle Sayın Yönetmen, Wilhelm Reiche haksız mı?

“İkinci büyük kavga, iki gün boyunca çocuğa aşı yapma konusundaki baskıydı. Buna da karşı çıktım, düşünsenize daha yeni doğmuş bebeye, sarılık aşısı verecekler! O bebenin karaciğeri ne duruma düşer canım? Kızgınlığım büyük ve yakıcı bir konu! Wilhelm Reiche şu sözleri ile haksız mı? Hepimizin bildiği fakat nedenini bilmediğimiz şeyi o söylüyor, diyor ki; ‘Ananın benediyle ilintinin kesilmesinden sonra, çocuğun kıpırdanması önlenir, çocuk kundağa hapsedilir...’ Wilhelm Reiche ile devam etmeye dilim varmıyor Sayın Editör!

Gördünüz gibi ne yakıcı bir konu değil mi? Çocuk! Çocuklar, yani insanlık. Böyle ise; siz, ben, o, hepimiz yarım kalmış, hatta yarım bırakılmış ve düşlerimizde ağlayan çocuklar değil miyiz Sayın Editör? 'İnsanlık mı’ diye bana sorarsanız; bakın ben; ‘Çocuklar ağlamasın’ derim hepsi bu kadar!

“Gördüğünüz gibi çocuklar bana mektup yazma isteği doğurdu. İster yayınlayın, ister yayınlamayın! Ben belki de bu satırları yazarak kendimden, hatta belki de yarım kalmış çocukluğumdan bir an kurtulup dışarı çıktım! Olsun! Olsun!

Bu mektup, sizin açınızdan buna vesile oldu ise teşekkür ederim.

“Teşekkür benim olsun, sevgi ve içtenlik sizin...”

“NOT; Ha! Evet! Az kalsın unutacağım! O fotoğrafını yayınladığınız Ayla benim kızımdır ve anlattığım doğum öyküsü onunla ilgilidir.

*Wilhelm Reiche, 'İnsanın Doğadaki Yeri' Çev. B.Onaran, Payel Y. 1985

30 Temmuz 2009 Perşembe

Arılar ve elli yılık aşk öyküsü; Melike Hanım, Keramettin Bey, On sekizinci yazı

Değerli İzleyici,
Konu açıldı buna değineceğim kısaca. Bu türe özel önem veren birisi olarak, mektuplara ulaşmakta zorluk çekiyorum. Araya giren zaman tüneli mi nedir, yanıt veremeyeceğim. Evet! İşte benzer konu!

Geçen yıldan bu yana açmakta geç kaldığım e-posta kutusuna bir el daha attım, tıpkı tombala torbasından çeker gibi, elime tutunan bir mektup; işte açıyorum! Neden böyle oldu, bilmiyorum. Kayısı kokularıyla (afedersiniz) renkleriyle dopdolu bu mektup elimi ısırdı! 'Kayısı görüntülerinin altında,' dedim ki;'yanılsamacı ya da şaşırtmacalı bu mektupta arı mı var acaba!'

Gelen mektup, yazları Bünyan’da yaşayan Keramettin Bey ile Melike Hanım’ın yaşam çevresini anlatırken, altını çizmiş;arı sütü geldi aklımıza, Keramettin ağbiye sorduk, demiş. Mektupla gelen bu tümce beni uyandırdı! Mektup bu arkaik romantizmi güzel işliyor. Ne hoş görsel malzeme var, siz de şimdi izleyeceksiniz.

Arılar ve kayısı bahçesi ve elli yılı aşan bir aşk öyküsü var; Keramettin Bey ile Melike Hanım’ın arı, bal ve kayısı ağaçları arasında, Bünyan'da geçen serüvenleri... Oldukça dikenli mektup şöyle başlıyor;

"Blog Sayın Yönetmeni,

“Yayınlamamak sizin bileceğiniz bir konu. Size bir eleştirim var! Blog çalışmalarınız ağır işliyor. Türkçe yazıyorsunuz, fakat Türkiye’den hiç mektup yok! Şaşıyorum buna da! Ülkeniz mi sizi unuttu da size kimse mektup yazmıyor, böyle ise neden? Ülkenizde eli kalem tutan yok mu? Yoksa gelenlere sansür mü uyguluyor yani yayınlamıyorsunuz? Neden? Yoksa siz mi ıhlamur ve kayısı kokulu ülkenizi unuttunuz? Bununla birlikte size bir mektup iletmek isterim. Nasıl oldu, bilmiyorum neden? Aslında, kanlı haberlerle korkutan gazete magazin haberleri içimi sıkınca, özellikle sunduğunuz fotoğrafları görmek için biraz oyalandım, sizin blog bir anda açıldı önümde. Pek şeker iki çocuk çıktılar önüme!

"Son hafta verdiğiniz bu tür iki üç mektup okunmaya değer göründü bana. Uzun bir uyku ve sonunda biraz hızlandınız! Bu hıza 'ben de biraz katkıda bulunayım,' dedim. Olmaz mı! İşte size bir Anadolu mektubu, belki içinizde kalan son bir liman vardır Anadolu’dan, bir duygu vardır bizim için,’ diyen eleştirel mektup şöyle sürüyor;

“Size neden yazıyorum biliyor musunuz Blog Sayın Yönetmeni, Sayın Tekin Sonmez? Son mektuplar; Ekin, minik Ayla ve Helin'den haberler.

“İşte bunları görünce içim hop etti, duygulandım! Neden? Olmasın mı? Bir de sanırım, “Midsommardag günü, ‘güneş herkese eşit doğar,’Fotoğraflar ve yazınızda çocuklara verilen ilgi.. işte böyle.. bu nedenlerle.. ben de size Keramettin ağbi ve Melike ablanın torun (aslında çocuk) sevgisini anlatacağım,” diye başlayan mektubu birlikte okuyalım;

“Sayın Yönetmen, geçenlerde ben ve eşim Kayseri’den Bünyan’a gittik.

“Melike ablanın seslenişine kulak vererek enfes yemeklerle dolu sofraya oturduk. O ne güzel sarmalar öyle, eşimle adeta yarışa girdik, en sevdiğimiz yemekler.. bir de Melike abla ızgarada tavuk yapmaz mı, mükellef sofrada kuş sütü eksik.

“Kuş sütü deyince ‘arı sütü’ geldi birden aklımıza. Keramettin ağbiye sorduk ‘marketlerde bile bulunabilen arı sütü nedir,’ diye. Öğrendik ki, arı sütü bir arının bir iğne başı kadar toplayabildiği, kraliçe arıyı besleyebilmek için hazırlanan çok önemli bir besin maddesi..’ imiş!

“Ama bir balcının 100 gram arı sütü üretmesi için tonlarca baldan fedakarlık etmesi de gerekirmiş.. (artık arı sütü diye birşey almak yok şurdan burdan, eşim ve ben karar verdik, bunu da not ediyorum.)

“Melike ablanın hünerli parmaklarıyla hazırladığı güzel yemekler yenirken bu çiftin yarım yüzyılı geçen aşkından da söz açıldı elbet. Keramettin ağbi bir ara iyice çoştu hatta, ‘çeşmenin başındaki o gecenin anısına’ diye su bardağını epey bir havada tuttu, evliliklerinin nasıl zor gerçekleştiğini bize, adeta o günleri yaşayarak anlattı.

“Arılara gelince, Keramettin ağbinin hayatında çok önemli yer tuttukları belliydi, uzun uzun anlattı bize balın faydalarını, has balın nasıl olacağını.. arıların suyu nasıl peteğe taşıdıklarını bile gösterdi.

“Yemekten sonra yine verandaya çıktık, biz türk kahvesi tiryakileri olarak hemen atak yaptık, Keramettin ağbi de orta bir kahve istedi, Melike abla dedi ki; ‘aslında içmez de gelin hanımın elinden olunca içmek istedi!’ Hafif akşam esintisi altında kahvelerimizi içtik. Keramettin ağbi sevgili torunundan bahsetti, aslında birçok torun var tabii ama bir tanesi var ki o sanki yeniden yaşam vermiş bu aileye. Kızlarının ilk çocuğu anne baba şehir dışında çalıştığından Keramettin ağbi ve Melike ablanın yanında kalmış, onlar büyütmüşler yani.

“O kadar sevmişler, mutlu olmuşlar ki ondan bahsederken sesi gülüyor sanki Keramettin ağbinin, (o emekli ilköğretim müfettişi, şair ve yazardır, kitabını imzaladı) bir de şiirini okudu, ‘sevginin en saf hali budur,’ diyesim geldi, gözleri hafifçe dolan bu değerli insanı izlerken.

“Keramettin ağbi, o bir öğretmen, gerçek bir öğretmen. Artık tükenmekte olan bir nesil var ya işte onlardan, hep iyi şeyler vermek isteyen, doğruyu söyleyip dürüstlüğü gösteren, gösterirken öğreten, bir zamanların Köy Enstitüsünde, Cilavuz’da yetişmiş bir çınar.

“Öyle sevgiyle öyle içten yazmış ki şiirini o biricik torununa, onu dinlerken bizim de gözlerimiz epeyce nemlendi doğrusu.

O kadar özlüyorlarmış ki görmeyince şimdi üniversitede okuyan torunlarını, yanına Ankara’ya gitmeye karar vermişler bir kez. 'Yoo,' demiş torun, 'sizi buraya kadar yorar mıyım ben, hafta sonu geliyorum..' çok mutlu olmuşlar.

“Benim içime güzel duygular veren bu anımı yayımlamanız için gönderdim, Sayın Editör. Melike abla ile kayısılar ve bahçeleri ve bir hobi olarak hayatını adadığı 'arıcılık ve çiçek balı' konusunda Keramettin ağabey ile yeni bir buluşmayı da belki gerçekleştirip fotoğraflarla birlikte bir mektup daha iletebilirim.

"Saygı ile...
"TR Bünyan, Kayseri..."

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Paris'ten bir mektup Helin'i anlatıyor; On yedinci yazı

Değerli İzleyici,

Açılmasını bekleyen birikmiş mektup kutusunun içinden birisini aldım. Not düştüğü gibi uzun süredir açılmayı bekleyen bir ileti bu. Helin adlı küçük hanımdan söz eden bu mektubun bir bölümünü, sonradan çekildiği anlaşılan fotoğraflarla birlikte yayınlıyorum. T.S.

“Sayın Editör,
Blog postanızı seyrek de olsa açıyorum. Mektuplara yer veriyorsunuz. Paris’teyiz eşim ve ben. Size ulaşan iletilerin içinden bu mektubuma yayınlanma şansı ve sırası verilir mi? Ayrıca Paris izlenimleri hoşunuza gitse de, ben bir karşılaşmadan söz etmek isterim,” diye başlayan mektup şöyle sürüyor;

“Uçağın üç sıralı koltuklarından koridor ve yanındaki yerimize oturduk. Uçak tamamen dolduğu, yolcular yerleştikleri halde yanımızdaki pencere kenarındaki koltuk boş. Belki kimse gelmez derken bir yolcu çıkageldi. Küçük 9, 10 yaşlarında bir kız çocuğu, hostes tarafından getirildi ve dizlerimizin önünden rahatlıkla geçerek yerine oturdu, merhabalaştık.
“Uçak biraz sonra piste çıktı ve havalandı. Bulutların üzerine kadar çıktık. Artık güneş pencerelerden keskin ışıklarıyla içeriye doluyor. Küçük hanım pencerelerin ikisini de kapattı, ‘aferin’ dedim içimden, söylemeye gerek kalmadı. Sonra yerine adapte olmaya başladı ve etrafıyla ilgilenmeye de aynı zamanda. Mesela direkt bakmadan hafif sağ yaparak gözlerinin yan ekranından bize baktığını gördüm. Yere bıraktığı süslü çantası öyle ağırdı ki zor taşımıştı. Çantanın üzerinde Barbie resimleri, parlak taşlar, yanlarında asılı çeşitli süsler vardı ve çanta neredeyse küçük kızın kendi gövdesinin iki misli kadardı. Yere bıraktığı çantayı bazen kendine doğru çekmeye çalışıyor birşeyler alıyor geri koyuyor ve sonra dalıp şarkı mırıldanıyordu.

“Eşimle bu sevimli küçük hanımı birbirimize işaret ettik ve biraz ondan bahsettikten sonra ‘merhaba’ dedik; eşim ve ben kendimizi tanıttık. Eşim; ‘kiminle tanışıyoruz,’ diye sordu. Küçük hanım; ‘Ben Helin’ dedi. Karşılıklı memnun olduğumuzu belirttik, o heyecanlıydı.

“Biraz sonra free shopping başlayacak, diye anons geldi. Kataloğu bulduk. Ben de Helin de bakmaya başladık. Helin bebeklerle oyuncaklarla ve parfümlerle ilgilendi. ‘Almak mı istiyorsun’ diye sordum, ‘evet almak isterim, yirmi lira verebilirim,’ dedi.

“Galiba dedim yaz tatilinden geliyorsun.
“Evet’ dedi, ‘babaannemlerden...
“İstanbul’da mı kaldın?
"Evet’ dedi, ‘hem de Marmara Adası’na gittik.
“Oo dedim güzel bir yaz tatili geçirdin yani.
“Evet, dedi ‘güzeldi.’
“Annen, baban seni karşılayacaklar mı?
“Babam gelecek dedi, onlar ayrılar. Ben annemle beraberim, evli değiller ama babamla da görüşüyoruz.. şimdi o gelip beni alacak.
“Nereli annenle, baban?
“Babam Sivaslı, annem Malatyalı. Ben Paris'te doğmuşum.’ Tekrar kataloğa döndü, ‘aslında bunlardan (parfümlerden) anneme alsam onun da bir sürü var ama her zaman babama hediye alıyorum, haksızlık oluyor, anneme de alsam belki sonra,’ diye mırıldandı. Kataloğu çevirirken içini çekti birden;‘işte dedi, bunu almak isterim.’
"Nedir o,’ dedim, ‘Barbie Parfümü’nü gösterdi. Parfüm 13 euroydu. Bu arada eşimle beş küçük boy parfümün bir arada olduğu paketi almaya ve birini de Helin’e hediye etmeye çoktan karar vermiştik bile.

“Free shopping başlar başlamaz Helin parasını uzattı ve istediği parfümü gösterdi. Çok sevinçliydi, ‘İlk defa kendi kendime bir parfüm alıyorum’ dedi. Kendi parfümünü açıp biraz inceledikten sonra bizim paketi açtık ve Helin’e gösterdik. ‘Evet Helin’ dedik, ‘seç bir tanesini, o bizden sana bir armağan olacak.’

"Önce biraz çekindi fakat sonra çok memnun olduğunu hissettiren şekilde parmağını heyecanla parfüm şişelerinin içinde en minik ve fakat en güzel renkli olanına küçük bir vuruşla değdirdi, ‘şu olsun o zaman’ dedi. Birlikte kapağını açtık ve kokusuna baktık, çok hoş bir parfümdü doğrusu. ‘Bravo Helin’ dedik ‘galiba en güzelini seçtin.

“Belki” dedi eşim, ‘Paris’te görüşebiliriz, ne dersin?’ Başını öne doğru eğdi Helin ve sordu, ‘nerede kalacaksınız?’ Biz Chatelet Les Halles’de deyince birden hızla bir nefes çekti, onu sanki yuttu ve sustu, ‘hımm’ dedi.
“Sen de orada mı oturuyorsun yoksa,’ diye sordu eşim.
"Hayır’dedi, ‘ama oraya çok yakın bir yerde oturuyorum.
“Tamam o zaman” dedi eşim, ‘birgün buluşabiliriz. Pazar günü!
“Durun bakayım,’ dedi Helin, cumartesi olmaz, pazar hiç olmaz.
“Niye,” diye sorduk.
“Olmaz, çünkü Pazar günü yeni bir spora başlayacağım, at bineceğim' dedi,'ama küçük bir at...'
“Midilli mi yani' diye sordum.
"Evet, ama mesela yarın buluşabiliriz.
“Uçak havalimanına inmişti. Ondan ayrıldık. Hani utangaç kızlar bir kollarını arkaya atarlar ve kimseyle göz göze gelmeden bir ayaklarının üstünde sağa sola hafifçe sallanırlar ya işte öyle yaptı Helin, el salladık birbirimize...

"Bir hafta sonra Luxemburg Parkında onunla buluştuk ve son fotoğrafta görülen annesi ile de tanıştık. İşte fotoğraflar ve Helin...

"Saygılar..."

16 Temmuz 2009 Perşembe

İki mektup Ekin ve Erol ve kent; On altıncı yazı

Providence çıkışlı bir mektup geldi. İletiyi yazan kişinin adı Ekin. Özyaşam verilmediği için bir tanıtım göremiyoruz. Ekin kimdir?

Bir kitap kurdu olduğunu söylemek nasıl olur? En iyisi onu ilk mektubu ile tanımak! Şöyle yazıyordu; “..bu aralar tam bir öykü yazamadım. Şu son aylarda okul oldukça zorladı, fırsat bulamadım ama kitap okumalarıma ara vermedim. En son ‘Oscar Wilde’ın ‘Dorian Gray'ın Portresi’yle ‘George Orwell’in ‘Hayvan Çiftliği’ni okudum. ‘Hayvan Çiftliği’ni bundan beş yıl önce okutmuşlardı okulda ama pek birşey anlamamıştım, şimdi daha iyi anladım. Şimdi de ‘Sevgi Soysal’ın ‘Hoşgeldin Ölüm ve Tutkulu Perçem’ adlı kitabını okuyorum."

Kaç yaşında olduğunu bilmediğim için kitap/zihinsel bağlantı(Hayvan Çiftliği’ni bundan beş yıl önce okutmuşlardı okulda ama pek birşey anlamamıştım,diyor)konusuna değinmedim ve Ekin’den Providence çıkışlı bir mektup.. diye başladım.. evet, fakat, bu kentin USA’da olduğunu öğreniyoruz bu mektupla. Bu kent üzerine fazla bilgimiz yoktu. Elimizde fotoğraf da yok. Gelen mektup şöyle; “Providence'a geleli birkaç gün oldu. Dün çıkıp biraz dolaşmak istedim.

"Hava oldukça sıcak. Burada sokakta, insan rahatlıkla yürüyebilir, fazla insan yok sokaklarda. Şehir oldukça düzenli kurulmuş, şehrin meydanına doğru yürüdükçe büyük binalar azalıyor fakat otobüs duraklarının olduğu yeri geçtikten sonra binalar tekrardan çoğalıyor.

“Meydanda sağlı sollu kaldırımlarda seyyar satıcılar duruyor.Kimisi cd, dvd satıyor kimisi incik boncuk... Meydandan devam edince nehiri görüyorum. İnsana sakinlik veren bir havası var. Suyu oldukça durgun... Birkaç bot hareket ediyor üstünde. Nehirin hemen üzerinde bulunan köprüden araçlar geçiyor. Nehrin belli kısımlarında ızgaralar var, onların üzerinde de yanmış odunlar bulunuyor. Bu odunların her ayın belli bir günü akşam vaktinde yakıp eğlenceler düzenliyorlar.

“Nehri geçip biraz yokuş yürüdükten sonra ormanlık bir alan gibi olan Brown Üniversitesi'ne geliniyor. Oralardan dümdüz yürüyünce yine bir caddeye geliniyor. Burada da değişik restorantlar ve mağazalar var.

“Akşam vakitlerinde dolaşmak oldukça keyifli... Durmadan, dümdüz devam edince evlerin sıklaştığı, ağaçların bulunduğu bir bölgeye geliniyor. Şehir oldukça sakin, hafta sonu geceleri biraz hareketleniyor fakat o da fazla olmuyor.”

Şöyle yazmış. “Şehir oldukça düzenli kurulmuş..”, “şehrin meydanına doğru yürüdükçe..” alıntılarla da görüldüğü gibi; Ekin, mektubunu yazdığı sırada, “şehir” sözcüğünü kendisine daha yakın bulmuş.

Kent ve yazar nedir? Stockholm söz konusu olunca August Strindberg hemen dilimin ucuna gelir.'Kentler yazarlarıyla, sanatçılarıyla ölümsüzleşir' başlıklı bir deneme yazmıştım.

İzmir’den Erol; “Site’, ‘şehir’, ‘kent’; tarihi değişim, gelişim sırasına (belki de aynı olgulardır)üç kelimeyle ilgili görüşlerinize gereksinim duydum. Aydınlatırsanız sevinirim,” diye yazmıştı. Kendisine o günlerde yanıt verememiştim. Sorduğu dizgeler ışığında yanıt vermiyor hem de yanıt veriyor; sözcükler, kişiler.. diyorum.

Beride “Ekin, mektubunu yazdığı sırada, ‘şehir’ sözcüğünü kendisine daha yakın bulmuş,” dedim. Bize, daha özü kendimize, algı dağarımıza yakın sözcüklerle düşünürsek; kullanılan sözcük; ‘kent’ olsun, ‘şehir’ olsun, ‘site’ olsun, ne değişir? Benim algı dağarım üçünü de ayrıştırabiliyor, fakat seçici olarak ‘kent’ sözcüğünü yeğliyorum.

Burada bir bağ var;'kendimize yakın sözcüklerle düşünürsek,' bana yakın bir sözcükle bakın altı ay önce neler yazmışım! Bir kenti tanımlamak;Şöyle; “Sanata kucak açtıkları için, üzerlerinden yüzyıllar geçse de o kentler yaşama yeni başlayan çocuklar gibi gençtirler ve gelecek için kollarını açmış anneler gibi dünyayı kucaklayacak kentler bunların arasından sıyrılarak çıkar geleceğe.

“Böyle kentler hem çağcıl efsanelerle iç içe yaşarlar fakat, bununla birlikte sanal bir masal kenti de değildirler.Şimdi dönüp bir kez daha bakıyorum da,Stockholm neden hem dünyasal hem de evrensel bir kent oldu ve hangi nedenle masal kenti değildir, diye soruyorum kendime. Bakınız; http://stockholmtekinsonmez.blogspot.com

“..gerçek sanatçılar unutulmak üzere gün gelip de sessiz ve törensiz geçip giderken, sadece birkaç kitap/yapıt bırakmazlar geride ve bakın; yazarlar, mimarlar, ressamlar; örneğin Stockholm Operası gibi ancak sanatın akciğerleriyle soluk alıp veren bir kent de bırakırlar." Diyalektik düşünme yöntemini kendisine yakın bulan Erol Bey; ‘tarihi değişim, gelişim sırasına’ eğilmek daha özü değinmek istiyor. Bunu da anlıyorum ve yakınlık duyumsuyorum. Bu konu işlenebilir ve ilk mektupların yazıldığı Anadolu kentlerinden söz edilebilir.

Büyük Kapadokya’da yazınsal metin düzeyinde (zamana yazılmış) ilk mektup Hitit Kralı (İÖ. 1620-1590) Mursilis’ten günümüze ulaşıyor. C.W.Ceram, ‘Tanrıların Vatanı Anadolu’adlı yapıtında, bu mektup için, '.. edebiyatın başlangıcı kabul etmemiz gerekiyor,' der.

Oysa Providence çıkışlı bir mektup, diye yazmaya başladım.
Yazma gerçeğini; bu büyülü gerçeği elleriyle yoklamak isteyen ve bir anlamda bu sırlı yazın dünyasının içinde soluk alıp vermeye istekli görünen Ekin’in mektubunu yukarıda yayınladım.

Bir yerde; ‘mektup, insanın kendisinden dışarı çıkmasıdır,’ dedim. Bunda gerçek payı yok mu? Bakın ben yazarken bugün Mursilis, Hititler ve tarih çağları öncesi dönemlere, Anadolu’ya gittim.Bugün, şu anda böyle bir gerçeklikle yakınlaştım, fakat ya yarın! Yarın aynı sözcük beni benden çeker ve başka nesneler, duyumlar dünyasına götürür. Yazmanın bir gizi de buradadır.

Tarih, sanat gibi ögelerin yanı sıra Stockholm'u kent yapan giz, doğa sanatlarının doğaçtan algılandığı bir kentlilikle birlikte; insanların sürekli gelip geçtikleri sahil boyunda hem merkez çevrede bile kent ördeklerinin, (en üstteki fotoğrafta görüleceği gibi) uzun ışıklı beyaz gecelerde korkusuzca yatıya hazırlandıkları bir kent olmasıdır.