23 Mayıs 2012 Çarşamba

Diyarbakır'da Yansıma Dergisi'nin kırk yıl önceki meraklı okuru, nereden nereye, şimdi kırk yıl sonra uluslararası tanınmış Kürt yazarı Şeyhmus Diken ve bir söyleşi...


Bugün yine anılara dayalı bir sunumla karşınızda bu satırların yazarı.  Aradan 40 yıl geçmiş. Yansıma Dergisi, yetmişli yıllar.  

Şeyhmuz Diken adında o gün yirmi yaşındaki bir gençle, kırk yıl sonra Diyarbakır'da karşılaşma anısıdır bu. 
Yansıma Dergisi Genel Yayın Yönetmeni olan bu satırların yazarına yetmişli yıllarda bir nezaket ziyareti yapmış Şeyhmuz Bey. Bunu da unutmamış. Sonra 2008 Frankfurt Kitap Fuarı’nda bir karşılaşma daha olmuş. 
Değerli İzleyici,

Bu olguya bakabiliriz. O yıllarda çiçeği burnunda Yansıma Dergisi okurudur genç Şeyhmuz Diken. 

Gitiği her yerde Yansıma okurları ile kendiliğinden, doğaçlama bir karşılaşma töreni, kırk yıl önceye uzayan duygudaşlık da yaşamaktadır bu satırların yazarı sık sık.

Şimdi bakın, Diyarbakır Kitap Fuarı’na tanıtım ve söyleşi için gelen yazarımız, bu kez kiminle  karşılaşacak diye, bir an tasarımcı bir düş kuralım. 
Evet o günün genç kitap meraklısı ve çiçeği burnunda Siyasal Bilgiler öğrencisidir. 'Şafağın Demircisi' ve 'Ağıt Yok' adlı yazarımızın iki şiir kitabı ve Yansıma Dergisi tam takım o yıllardan bu yana kitaplığındadır.

Bugün ise Şeyhmuz Bey tanınmış toplum araştırmacısı bir gazeteci ve yapıtları birçok dillere çevrilmiş tanınmış bir yazar ve Türkiye PEN'i Diyarbakır Temsilcisi hem de Büyükkent Başdanışmanı olarak karşımızdadır. 

Bakın Yansıma Dergisi ve nereden nereye... Düş gibi bir serüven. Evet, yaşam harika bir düş arenasıdır. Evet, burası Diyarbakır 3. Kitap Fuarı'dır, bakın.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 23 Mayıs 2012 Diyarbakır


Evet, PEN Türkiye Merkezi Diyarbakır Temsilcisi, yazar/ gazeteci Sevgili Kardeş Şehmuz Bey’e sorular yöneltiyoruz.
-Şehmuz Bey, Diyarbakır Büyük Şehir Belediyesi’nin sanat kültür poltkasını kısaca anlatır mısınız?


-Tekin Abi, Diyarbakır Büyük Şehir Belediyesi sadece siyasetin, hizmetin ve kent sorunlarının konuşulduğu ve çözüm üretilmeye çalışıldığı bir belediye değildir. Binlerce yıldan bu yana bir tarih ve kültür şehri olduğu için elbette ki belediye kültür politikarıyla da ilgilidir. Bu sebeple gerek kentin kültür kurumlarıyla gerekse yazar sanatçı ve entellektüel şahsiyetlerle çok sıkı ve orgaik ilişkileri vardır. Zaten Belediye Başkanı Sayın Osman Baydemir’de eli kalem tutan ve kültür politikaları ile ilgili bir şahsiyettir. Dolayısıyla onun gibi birinin başkan olması kültür politikaları anlamında işi kolaylaştıran bir faktördür.


-Şehmuz Bey, kitap sana nasıl dokun ya da senin kitapla ilgilenme serüvenin nasıl oldu?
-Tekin Abi, annem ve babam okur yazar olmayan insanlardı. Üç amcam da dahil olmak üzere, ailenin ilk okuldan tutun üniversiteye  kadar ilk okuyan çocuğu benim. Ankara Mülkiye 78 mezunuyum, üç yıl kaymakamlığım var. 12 Eylül askeri darbesinden sonra meslekten atıldım. Yaşamımı sürdürmek için ticari işler yapsam da kitap okuma, ve kültür insanı olmak benim için asli unsur oldu. Çocukluğumdan beri zaten çok okuyan biriydim. Kitaplığım 12 Mart ve 12 Eylül'de iki kez darbecilerin talanının uğrasa da şimdi son otuz yıldır yeniden oluşturduğum 20 bin ciltlik bir küyüphaneye sahibim.


-Bir yazar olarak yazdığın kitapları konuşalım biraz...
-Yazma serüvenimde iki ilgi alanım var. Birisi sivil toplumculuk; bu konuda sivil toplum üzerine iki alan ataştırmam yayınlandı. Biri Metis Yayınları'nda: Güney Doğu’da sivil hayat. Öbürü: Dipnot Yayınları'nda: Türkiyede sivil hayat ve demokrasi.

-İkinci ilgi alanıma gelirsek, kent kültürü ve kent kimliği üzerine yerel ve sözel tarih. Bu konu üzerine de on civarında kitap yaptım. Değişik yayınevlerinde çıktılar. 

-Şehmuz Bey, kitaplarını hangi dille yazıyorsun?

-Kitaplarımı Türkçe yazıyorum Tekin Abi. Çünkü bizim ilkokul yıllarımızda anadilimiz Kürtçe üzerinde çok ciddi baskılar vardı. Dolayısıyla kendi dilimizin dışında Türkçeyi öğrenip o alanda yetkinleşmek durumunda kaldım. Ve şimdi kitaplarım garip bir tecelli kendi anadilime yani Kürtçeye çevriliyor. Şimdiye kadar Fransızca, İngilizce, Bulgarca ve Kürteçe Kurmanci ve Sorani lehçelerine çevrilip basıldılar. Sırada Ermenice ve diğer dillere de hazırlık yapılıyor. 

-Gazeteler de yazıyorsun değil mi?

Evet! Dokuz yıldır her Pazar, ‘günün doğusu’ köşemle, BirGün gazetesinin, 12 yıldır da her Cumartesi internet üzerinden yayın yapan bir haber portalı sitesinde yazıyorum.

Söyleşi: Tekin Sönmez, Şeyhmus Diken
Diyarbakır Kitap Fuarı, 23 Mayıs 2012.

28 Şubat 2012 Salı

Rönesansla mayalanan ‘birey’ ve ‘ben’ olgusunun gelişimi ve mektup ve yazarın bir genç adam olarak portresi...

Mektup yazmak uygarlık ve çağcıl olma göstergesi.. coşku içerir..

Romansla dolup taşar ya da melankolik duygular taşıyabilir mektup. Fakat ne olursa olsun, ona mektup diyebilmemiz için, ondan ne tür özellikler istenir.

Değerli İzleyici,

Üstü nasıl yazılırsa, o, kağıt olmaktan çıkar ve mektup olur? İşte bunun örneği elimizde. Mektubun, soylular, okumuş sınıflar arasında doğduğu ve geliştiği biliniyor.

Köylü toplumlarda, bu nedenle mektup yazma geleneği yoktur. Böyle olduğu için bu toplumlarda mektuplardan bir kamu arşivi çıkarma olanağı bulunmaz

http://yansimatekinsonmez.blogspot.com/ Dün bu blogda bir mektup yayımladım. Prof. Dr. Veysel Batmaz'ın kırk yıl önce Yansıma Dergisi nedeniyle bu satırların yazarına ilettiği mektuptur o. Yansıma'da yayınlanan ilk yazısı üzerine bir denemem oldu. Bu deneme yazısı şu blogda: http://yazmakne.blogspot.com/

Orada yarın bu mektubu birlikte okuyalım, dedim. El yazısı ile kaleme aldığı, Yalova, 16 Mart 1974 tarihli mektubunda duygularını, duyumlarını ve Yansıma Dergisi konusunda görüşlerini iletmiş. Mektubu okuduk.
http://yansimatekinsonmez.blogspot.com/

Mektup deyip geçemezsiniz! Şimdi bu mektup konusunda biraz ilerleyelim. Son iki yüz yıldır insanlık için çok boyutlu ve duygulandırıcı ve hassas bir konudur mektup!

Bu deneme yazılarımda; 'yazarın bir genç adam olarak portresi' istenç, içtenlik ve geleceği taşıyor olabilmek diyorum. ilk ikilinin üçüncü ayağı mektup.

O mektupta önerilerini istençle sunan ve kuşağının özeleştirisini mektupla geleceğe taşıyan Mehmet Veysel içtenliklidir de. İstenç, “irade” farklı felsefelerde farklı anlamlar yüklenmiş bir sözcük. Antikçağ buna izin vermez. Çeşitli okulların farklı yaklaşımları olur. Ruhbilim, törebilim, metafizik, tanrıbilim farklı açılardan bakarlar buna. Mantık'da, nedenselliğin algılanır ve duyulur üç durumundan biri (Prof. Ernst von Aster) olarak tanımlanır.*
Toplumbilim'de, toplumsal deney ve bilgilerin ürünüdür. Eytişimsel özdekçilik için istenç, insanların toplumsal deney ve bilgilerinin oluşturduğu bir yetidir.

İstenç bir yetidir evet.

Yansıma’nın kırkıncı yılı nedeniyle gündem yaptığım analitik denemelerde, ‘istenç’ ve ‘içtenlik’ gibi iki kavramın üçüncü ayağı olarak geleceği taşıyor olabilmek, 'yazarın bir genç adam olarak portresi'ni de tuval üstüne resmediyor.

Bir üçüncü nirengi noktası geleceği taşıyor olabilmek, Veysel’in mektubunda var. Yansıma konusunda yaptığı yorumda kişisel görüşlerini edebi bir tarzda sunan bir mektup örneği ile karşılaşıyoruz. Bu demokratça eleştiri ve özeleştiri ilkesini, Yansıma Dergisi’nin çıkış yazısından anımsıyoruz. Söz sanatları ile yazı sanatlarının hem çakıştığı hem de ayrıştığı ilk kavşak, yazınsal metinlere giriş sınavında mektup olmalı.

Mektup türünü birey; “ben” olma kapsamında, kitlesel bir refleks yapamamış, mektup türü ile ifade becerisi kazanamamış toplumlarda, gelenek olmadığı için mektup yazmak öykü yazmaktan zordur.

Rönesansla mayalanan ‘birey’ ve ‘ben’ olgusunun gelişimi var bunda. Rönesansla mayalanan bireyin ben/liğine doğru havalanan ve Aydınlanma Çağı ile ayaklarının üstünde yürümeye başlayan ve bireyi ve onun altar egosu ‘ben’i içsellikle (içtenlikle) açan, anlatan yazım türüdür mektup.

Mektup, uygarlaşmanın kilometre taşlarından biri olduğu için, mektupsuz toplumlarda feodal altar ego, ruhani bir görüngü ile kitlesel edimleri yönlendirmeyi sürdürecektir.

Burada bir ayraç var. Yeni insanın (burjuva bireyi), Avrupa’da gelişmesi ve güçlenmesi, on sekizinci yüzyıla tarihlenir. Bunun mektupla ne igisi var diyeceksiniz? Var! Sargut Şölçön, ayrıntılı bir çözümleme ile mektup konusuna bakıyor, diyor ki; ‘bu yüzyılın özellikle ikinci yarısında gelişen maddi gerçeklik nedeniyle burjuvazinin ilgisi, “insan” (birey) olgusu üstünde yoğunlaşmıştır.’ Özetle...

Birey, içinden gelen eğilimleri irdelerken bunları dışarıya vurmak zorundadır. Bu tür açma, topluma doğru değil, özel bir açılışla bir dosta, bir yakına yapılabilir. Bu açılmış insanı, karşı tarafın yakından tanıması için, o birey kendisini yazılı olarak anlatmak zorundadır. Mektup böyle bir gereksinme sonucu doğdu diyor, Sargut Şölçön.(*)

Dün yayımladığım mektupla, 'yazarın bir genç adam olarak portresi' bu üç öge, yerli yerine oturuyor. On sekiz yaşlarında yazma uğraşısına gösterilen çabaya.. eleştiri ve özeleştiri aygıtını istenç, içtenlikle; belgesel olan mektupla geleceğe de taşıyor olabilmek için evet, mektup da yazan bu tutuma hayranlık duymamak olası mı... İfade sanatlarını yüzlerce yıl konuşma dili, yer yer beden dili ile kotarmış bir toplumun genç üyesi olarak Veysel Batmaz bu mektupla sözün uçuculuğundan koparak, yazının belgeselleğine evrilen bir kuşağın temsilcisidir. Belleğe değil, yazı belgeselliğine güvenen toplumsal algının belki de evrilmenin kitlesel olarak ilk ya da ikinci kuşak temsilcilerindendir.

Veysel’in kırk yıl önceki mektubunu bir daha okuyalım.

Sözcük ekonomisini iyi bilen, mektup yazma sanatını ilkesel ve teorik bir yazım disiplini olarak algılayan ve bunu pratikte de uygulayan bir kalemle karşı karşıyayız. Bu kalem daha sonraları çok daha başarılı çalışmalara, kitap boyutunda özgün eserlere imza atacaktır.

Gösterişsiz giyim/kuşam ve abartısız konuşma tarzı ile o yaşta yazdıklarına sadık bireylik profili ile 'yazarın bir genç adam portresi' olarak belleğimdedir.

Onda gördüğüm erken olgunlaşma ve insanı yanıltabilir pırıltıya dayanarak onu gönendirdiğim ve ondan yeni yazılar dil, sözcük disiplini isteyen yazılar istediğimi o tarihli açıklamada belirtiyorum. Genç kuşaktan yana zar atmanın etkileri hemen görüldü. İlkleriyle üçüncü sayıda Hulki Aktunç, altıncı sayıda Rıza Zelyut, Celal Özcan, yedinci sayıda Necati Mert, dördü de öyküleriyle sahne aldılar.

Ardından Ahmet Özer, Mehmet Güler kalem seslerini duyuracaklardır. Türkiye’nin kırk yıl önceki toplumsal, siyasal, ekonomik koşulları ile o günkü insan kaynaklarına yaslanarak yayımlanan Yansıma Dergisi, bir anlamda ülkenin kültür ve sanat yansımasıdır. Türkiye mektup türüyle bağlaşık insan kaynakları o günlerde ne kadarsa, Yansıma Dergisi de o kadar olmuştur.
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 28 Şubat 2012, Stockholm
*) Tucholsky'nin Mektupları, çev. Sargut Şölçön düşün yay.1984, İst.

29 Aralık 2010 Çarşamba

Kars Platosu çıkışlı 1922 doğumlu Belkıs Hanım'dan .. modern Türkçe ile yazılan mektuplar ve oğlu Sayın Raci Göktaş ile söyleşi; Otuzuncu yazı

Bugün bir mektup var. Bir değil, iki! 1987’de yazılmışlar. Heyecan verici değil mi? Tüm zamanlarda insanlık için çok boyutlu ve duygulandırıcı ve hassas bir konudur mektup!

Mektup yazmak bir uygarlık ve çağcıl olma göstergesi. Bir coşku içerebilir.. romansla dolup taşar ya da melankolik duygular taşıyabilir mektup. Fakat ne olursa olsun, ona mektup diyebilmemiz için, ondan ne tür özellikler istenir. Üstü nasıl yazılırsa, o, kağıt olmaktan çıkar ve mektup olur? İşte bunun örneği elimizde. Mektubun, soylular, okumuş sınıflar arasında doğduğu ve geliştiği biliniyor. Köylü toplumlarda, bu nedenle mektup yazma geleneği yoktur. Böyle olduğu için bu toplumlarda mektuplardan bir kamu arşivi çıkarma olanağı bulunmaz.

Değerli İzleyici,

İşte bunun örneği elimizde, dedim. 1922 doğumlu Belkıs Hanım, Kars Platosu çıkışlı bir aileden.. ve modern teknik kulllanarak, modern Türkçe ile mektuplar yazmış. Bu nasıl oluyor? Bir efsane kıvamında gördüğüm Fettah Efendi öyküsünün içinde, Belkıs Hanım da var.

Cihat Bey (http://karstekinsonmez.blogspot.com/) ile olan söyleşide, bir ailede efsane ortaya çıkarken, söylence yaratılırken öykü kahramanları ortaya çıkar, dedim.

Belkıs Hanım'ın mektupları da bu efsanenin bir parçası. Neden? Şundan! Köy toplumunda olmayan bir olayı, mektup yazmayı gerçekleştiriyor Belkis Hanım.

Kars Platosu geleneksel ortamını geride bırakan ikinci-üçüncü kuşak etkin bireylikleri ile bu ailenin gündemi sürüyor. Onlar burada...

Yüzyılın başlarında, ilk çeyreğinde ortaya çıkan güç dengeleri çarpışması, 1917 Bolşevik Devriminin yarattığı dalgalar ve bundan önce Sarıkamış Savaşları ile yaşanan acılı ortamdan bir mucize gibi çıkan çekirdek bir aile...

Şerif Ağa, Mahbube Hanım.. üçü kız birisi erkek, dört kardeşi ile ilk oğulları Fettah Efendi. Fettah Efendi ve ilk kızı Belkıs Hanım. Bu ailedeki etik estetik ve moral değerleri dışavuran mektuplardaki söylem, her aile için söz konusu olmasa bile, genel toplumsal refleksleri açıklamaktadır.

Bu aile, kız kardeşlerin evlilikleri ile öbekleşen yeni aileler, (yakın fotoğraflar) eğitim düzeyi ve çağcıl mesleklerle toplumsal köşe taşlarını oluşturdular.

Belkıs Hanım'ın mektubuna dönelim! Sahi ne yapıyor?

Seçkin kesimlerde olan zihinsel bir etkinlik yapıyor, mektup yazıyor! Ussal ve estetik bu etkinlik, bir yanıyla inci gibi bir yazıyla iletişim kuruyor, öte yanıyla düşünsel açıklamasını, betimlemesini örgensel bir beyin becerisiyle sergiliyor. 1922 doğumlu! Daha ne olsun! Şaştınız mı? Bir itirazı olanlar bana mektup yazsınlar, yayınlayacağım. Söz!

Oğlunun uzaklarda yitmesini istemiyor. Onu yitirme korkusu, dolaylı betimleme sanatı, ifade gücü olarak yansıyor. Gönderme yapıyor, eskiler ‘atıfta bulundu’ derler, bir tür pasif dolaylı anlatı tekniği, mektuplara ustalıkla yerleşmiş. Bu metuplarda bir Türkçe ağız tadı da var. Çağdaşlaşmış ve evrenselleşmiş bir Türkçe. Bunu Belkıs Hanım'ın mektuplarında buluyoruz.

‘Cihat Dayınlar geçen Cumartesi Perihanla gelmişlerdi. Ne diyor biliyor musun /../ “oradan bir işle anlaşmış Kanada’ya geçecek buraya gelmeyecek.” Ben yalan söylemem! Biraz oturdular. Nurdan gelmemişti. Oğuzhan bırakmamış ders çalışalım diye.’

Oğulun nişanlısı Vildan Hanım, dönüş yolunda bekleyen bir güzellik anıtı olarak, beceriyle motive edilmiş. Gelecekle ilişkin mutluluk tasarımları taşar mektuplardan. Oğulun Londra’daki kültür şoku çarpışmasını da gören gözlerle anne seslenir.

Anne Emine Hanım, baba Fettah Efendi ve o günlerde yaşayan dokuz çocuk; Doğu’dan, Kars Platosu’ndan Batı’ya yönelen nüfus hareketleri çerçevesinde ve tarihin ileriye dönüşü yönünde yürüyorlar.

Fettah Efendi Efsanesi’nin 1922 doğumlu ilk çocuğunu, arka planı ile, onun kullandığı Türkçeye ve işlediği betimleme sanatına bakarak, biraz daha tanıyacağız.

Aannesini sözcüklerle canlandıran Raci Bey de karşımızda.
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, Stockholm, 29 Aralık 2010Sevgili Raci Bey, siz değilsiniz de hani başkası olsun, diyelim, şöyle ki o günlere biraz uzaktan, dışarıdan bakalım. Şenocak çıkışlı olan anne Belkıs Hanım, anneniz. Bunca yıl sonra onu nasıl betimleyeceksiniz?

Tekin Abi, Ben kitap okuma sevgisini ve merakını annemden öğrendim Tekin abi. Annem.. tabii annem Fettah dedemin çocuklarının en büyüğü, dokuz kardeşin en büyüğü, 1922 doğumlu. Ama son derece titiz, düzenli, saygılı.. yani annemi 50 sene önceye al götür Avrupa’nın göbeğine koy, annem orda çok rahat uyum sağlar. Hemen anında, temizliğiyle, kurallara uygunluğuyla, etrafa davranışıyla.. böyle bir kadındı, onun bir el yazısı vardı mesela, halen o el yazısını değme kimse yazamaz.

Ailede etkin bir rol üstlendi kendiliğinden. Neler yaptı?
Benim defterlerimi süslerdi, kenarlarına süs yapardı renkli kalemlerle, bundan da çok hoşlanırdı. Ondan sonra.. mandolin çalardı, bir iki parça çalmasını öğrenmiş, 1940’larda falan.. nerden öğrenmiş onu, öğrenmiş! Düşünebiliyor musunuz, şimdi bizler bir şey çalmasını bilmiyoruz. Düşünebiliyor musunuz, ilkokul mezunu bir kadın, o kadar da moderndi, yeniliklere açıktı.

D.H. Lawrence'ın ‘Sons and Lovers’ adlı romanını örnek verdim. Batıda konu böyledir. Bizde gelin kaynana öyküsü işitilir. Belkıs Hanım’ın tek oğlu var! Nasıl bir rol üstlendi?

Yani o insanları çok severdi, gençleri çok severdi. Annem bir defa balık burcuydu, çok romantik, romantizme düşkün bir kadındı, çok sevgi doluydu. Ondan sonra şiirler falan.. yani mesela annemin hep yanında bir defter kalem olurdu, tabii, böyle önemli şeyleri her zaman not alırdı yazardı.

‘Romantizme düşkün bir kadındı,’ dediniz. Bazı anne oğul romantizmi, evlilikleri ve karşı cinsle ilişkileri etkiler. Bunun mitolojik öyküleri var. Sonuç olarak iki kadının, bir erkek çevresinde kurdukları yaşam dengeleri; tutku, hırs, kıskançlık gibi insani durumları var. Belkıs Hanım ile oğlu Raci Bey farklı bir düzlemde karşımıza çıkıyorlar. İki kadının rekabeti değil, bir annenin onayladığı bir sevgili, nişanlı var mektuplarda. Kıskançlık yok! Ne diyorsunuz?

Şimdi, annemde hayata bakış açısı çok rahattı. Vildan, eşim bugün, herkes kolay kolay kayınvalidesi hakkında öyle konuşmaz, ‘melek gibiydi’ diyor. Yani mesela ailede Vildan’ın problemi olmuştur, fakat annem korumuştur Vildan’ı. Yani enteresandır bu böyle. Hatta mesela diyormuş ki, ‘ben Vildan’ı seviyorum, oğlumdan dolayı seviyorum,’ diyormuş.
Annenin annesi, Emine Hanım’ı anımsıyor musun? Ailede davranış simgeleri var! Köylülükte zor olan şeyler. Altta 'Sarıkamış 1936' fotoğrafında anneanneye, dayılara bakınca Ahmet Raci Göktaş neler anımsıyor?

Anneannem, annemin annesi, Emine nene, yüzü böyle hep.. gülümser, çok sakin bir kadındı ama, çok düzenli böyle, ama zeki bir kadındı. Yani sakinlik başka bir olaydır, zekilik başka bir olaydır. Bazı insanlar çok sakindir ama çok zekidir. Yani kontrolü altındaydı herşey. Annem mesela çok saygılı bir insandı herkese. Bu çok önemli ki Avrupa’nın bugün gelişmiş ülkelerinin bireysel düzeninde birinci şey budur, karşı tarafa da saygı, topluma saygılı olacaksınız. Bu bir defa olmazsa olmazıdır. Yani saygıyı şöyle görüyoruz, saygı gösteriyor, saygı görmek istiyoruz.

Raci Bey, annenizdeki yazma yeteneğini görünce size de sormak isterim; yazar olmak isterdim, dediğiniz oldu mu?

Tekin Abi, ikizler burcuyla ilgili konuştuk da, ilk işte o Karaköy iskelesinde bir kitap bulmuştum, Linda Goodman'ın burçlar ve karakteriniz diye. İlk burçlarla tanışmam, dur bakayım dedim ikizler burcu ne yazıyor? Okudukça baktım, aynen beni tarif ediyor. Mesela en büyük hayaliniz nedir, yazarlık! Benim gerçekten bir yazarlık hayalim vardır, yani o...evet.. o devam ediyor, maviye olan tutku gibi, o öyle...

Söyleşi; Kasım 2009 Ankara/Eryaman
Renkli fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Nüfus hareketleri, göç ve göçmenliğin sentezi bir öykü kahramanı olan Necla Ülkü Kuglin ile 'Çocuk Müzesi' ve yaratıcı drama konusu; söyleşi 2 bölüm

Bir yerden bir yere göç bu ülkenin hem genel tarihidir hem de tek tek bireylerin yaşam öykülerini içerir.

Bugüne dek Kars’tan Batı’ya göç örnekleri verdik. Bugün daha farklı göç öyküsü var. Necla Hanım bir öykü kahramanı. Yaşamı, etkin bir hedef peşinde bu noktaya gelmiş.

Sinop’da doğmuş, anne ailesi Bulgaristan göçmeni, baba ailesi Horasan üzeri Bağdat, Şam’dan Diyarbakır’a göçmüş bir aile. Nüfus hareketlerine, göçlere bağlı bu kısa özyaşam bile her olağan insanın üzerinde derin travmalar yaratacak denli sarsıcıdır.

Batı'ya sürmüş göç; Almanya, Yunanistan, Belçika ve İsveç’te çalışmış. Bu karışımdan 'Çocuk Müzesi' takipçisi Necla Ülkü Kuglin çıkmış. Çocuk yazarı, yaratıcı drama lideri, İngilizce Almanca öğretmeni, Necla Hanım diyor ki; Göçmenlik şöyle bir sonuç getiriyor, ben 46. evimde oturuyorum ve her şeyimiz kayboluyor, çocukluğumuz, arkadaşlarımız, okullarımız...”

Nüfus hareketleri çok hızlı gelişen ve bir yerden öteye silip süpürerek devinen bir girişim oluyor çokluk ülkemizde. Böyle olunca, geride kalanlarıyla yitik ve geçmişi silik bir toplum ortaya çıkıyor. Çocukluk anıları hem yerel toplumsal tarih, hem o bireyin kişilik tarihi hem de içinde bulunduğu aile tarihini içerir. Bu nedenle korunması gerekir. Necla Hanım da böyle bir düşünceyle yola çıkıyor.

Değerli İzleyici,

Bu öykünün hedefinde ne var? Şu var! Ülkemizde aile vakıfları varsa da yerel tarih konusuna ilgi duymazlar, pekçok önemli konu hasıraltı olur. Necla Ülkü Kuglin yiten ve geri dönmeyen çocukluk kurgusu ile yola çıkıyor. Bu yola çıkışın motifi ise, durmadan oraya buraya göçen bir aile öyküsü ile oluşuyor. Şimdi onunla olan söyleşiyi izliyoruz.
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 31 Temmuz 2010, StockholmSORU;Sayın Necla Ülkü Kuglin, 'Çocuk Müzesi' fikri var. Bu öncü gönüllü kadro ile elinizde birikenler neler oldu?
YANIT; Şu anda çok güzel bir çocuk oyuncakları koleksiyonumuz var. Çok iyi bir ekibimiz yetişti. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi bu işin öncülüğünü yapıyor. Çocuklar için yazan çizen birçok arkadaş bu işin öncülüğünü yapıyor. Çocuklardan gönüllülerimiz oluştu. Bu iş ütopya olmaktan çıkacak ve gerçek olacak.

SORU; Oluşan birikim bağış mı, ne tür fotoğraflar var?YANIT; Karşıdaki siyah beyaz resimlerin çoğu bize bağıştır. Bizim tanıdığımız hiç kimse yok. Annelerinin babalarının fotoğraflarıdır. Oyuncaklı fotoğrafları topluyoruz. Kaybolan çocukluğumuzu ve o güzel günleri yakalamak için. Ama bizim için değil gelecek kuşaklara kalsın. Kaybolan bir çocuk kültürü var bu ülkede. Bunu bir ucundan yakalayalım.

SORU; Ne tür objeler bu müzede olacak?
YANIT; Tabii ki birinci malzeme olarak oyuncaklar var. Ama çocuğun kullandığı her şey giysiden odasında kullanılanlara kadar her şey var. Mesela elimizde Selçuklu biberonu var, araştırmacı bir arkadaşımızın bağışı. Ama doğumdan itibaren okul çağı çocuklarının kırtasiye malzemeleri, ilk alfabe var elimizde, 1922’de yeni harflerle basılmış alfabe. Eski çocuk kitapları var. Göçmenlik sonucu kendi objelerime bir bağımlılık doğdu, oyuncaklarımı çok büyük bir özenle sakladım. Her gittiğim eve onları taşıdım. Kızıma, torunuma bu duyguyu verdim, koleksiyon böyle oluştu.

SORU; Masalları hangi kaynaklardan alıyorsunuz?
YANIT; Türkiye'deki masalları, dünya masallarını kullanıyoruz. Ama biz çocuklara masal yazmayı öğretiyoruz. Şöyle çalışmalarımız var; Hadi bugün sokakta gezerken bulduğun iki objeyi getir, şimdi bunlarla bir masal yazmayı deneyelim. Şimdi bu masalı oynayalım, ya da varolan bir masalı nasıl değiştirebiliriz, hangi masal kahramanı olmak isterdin, bu masala hangi kahramanı katmak isterdin, sence bu masal nerde yanlış gidiyor.. gibi sorular yöneltiyoruz...

SORU; Grubunuz kaç kişi ve bunlar nasıl eğitiliyorlar?
YANIT; Şu anda derneğimizin üyesi yetmiş kişi civarında, katılımlar oluyor ayrılanlar oluyor. Öğretmen adayları üyelerimiz, bir yere tayin olanlar dernekten ayrılıyor.. ama yetmiş civarında, hemen tamamı yaratıcı drama lideri, böyle bir eğitimden geçtiler. Çocuk ve genç gruplarımız var onları ayrı yetiştiriyoruz. Bir müzeyi yaratıcı drama yöntemiyle gezmeyi öğreniyorlar.

SORU; Necla Hanım Çocuk Müzesi'ne yolculuk nasıl oldu?
YANIT; Aslında 1998 yılında Bursa’da kurulacaktı bu müze, yerimiz de vardı, fakat 1999 seçimlerinde maalesef o başkan belediye seçimini kaybetti. Yeni gelen başkan da projeyi iptal etti. Biz de bir dernek kurarak bu işe devam dedik. Aklımıza gelen her kuruma başvurup yer istiyoruz. Datça'da mutluyuz. Datça Belediyesi her türlü özveride bulunuyor. Belediye Başkanı Sayın Şener Tokcan'a ve çalışma arkadaşlarına teşekkür ediyoruz.

SORU; Datça'yı nasıl bulduğunuz da bir öyküsü var mı?
YANIT; Bursa’dan sonra Ankara’da ağılıklı olarak çalışma yaptık. Datça ise şöyle oldu; Oyuncak konusunda uzman bir arkadaşımız yaz tatilinde hep buraya geliyordu, ailesi burada yerleşik olduğu için. Bir oyuncak sergisi başlatalım dedi. Bu oyuncak sergisine çocuk yazarı olarak kitaplarımı imzalamak üzere beni davet etti. Sadece kitaplarımı imzalamakla olmaz dedim, şenliğe dönüştürdük onu. Belediye, çocukların keyfini görünce bu işten çok hoşlandı. Bir akım haline geldi ve gelenek başladı.

Tekin SonMez
Fotoğraf; Feryal Özkale Sönmez, Muğla/Datça, 30,5.2010

Bu söyleşinin ilk bölümü için Bakınız;
http://kentinsanolay.blogspot.com/
ve
http://aktifetkin.blogspot.com/

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Sarıkamış'tan Batı'ya nüfus hareketleri, Soyaile Onur Büyüğü Sayın Cihat Şenocak ile Onur Büyükleri Sayın Cemalettin Şenocak anısına yolculuk

Yeşil yapraklar arasındaki kırmızı çatılı evin önündeyiz. Hem de yıllara sığan anılar toplamı önündeyiz. Hemen evin yanından hızla geçen arabalar vurmadan bize, biz kapıyı vurmadan sesizce bahçeye girdik.

Beş on adım atınca önde açılan bir alanın ucunda ağaçlarla çevrelenmiş bir yamacın yükselişini görüyoruz. Çok gitmedik. Sağa döndük ve evin arkasından girişine terasa çıktık. Bir sundurma var orada.

Karşıya bakıyoruz. Yamacın dibinde bir ocak ve bir kır mutfağı var. Biraz ötede pembe badanalı duvarı olan ve bu duvardaki mazgalı ile soluk alıp veren uzunca bir arı evi, o yıllar yirmi kadar arı kovanı için kışlak olmuş.

Buradan Kayaş’ı da kondularıyla gören yamacın ucuna çıktık. Aşağıya bakınca evin girişine yakın arkaplanı iyi bir görünüm verdi. Akşam güneşi buradan ağaçlara düşüyor. Biraz sonra bir tren sesi işitildi. Kırmızı bir katar geçti.

Ankara’dan kalkan Doğu Ekspresi de buradan geçer. Bir bağ evi. Arılarla bir dönem şenlenmiş bağ evini, hemen önünden geçen Doğu Ekspresi uyandırır her sabah, her akşam. "Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter," diyen romantik Yahya Kemal Beyatlı gibi...

Değerli İzleyici,

Belli ki burayı seçen kişi de bu tren sesleri ile uyumayı ve uyanmayı severdi. Olası ki Doğu ekspresi geriye dönük bir yaşam çağrışımı idi onun için. Eve bakan yamaca çıkınca hem treni daha iyi görürsünüz hem de evi ve evi boylu boyunca kaplayan ağaçları ve yeşilliği izlersiniz. Bir ev evet!

Bu ev, kaç yıl tren sesi ile özlem oldu burada yaşayan için? Her yaz, her hafta sonu buraya gelen bir insan, bu tren sesi ile uyandı sabahları ve emekli olunca Doğu Ekspresi'nde Sarıkamış’a giderken buldu kendisini. Neden böyle diye sormayın!

Bakın izleri var! Boş arı kovanları! Türkiye'de ilk kez radyoda arıcılık konusunda yön veren Cemalettin Şenocak dağdağalı Ankara günleri ardılı, Sarıkamış'a gitmediği yıllarda bu evde yaşadı ve tren sesleriyle her sabah uyandı ve düşünde Doğu Ekspresi ile Sarıkamış'a biletsiz giden ruhunu son vagonda yakaladı.

Şimdi; 'ondan geriye ne kaldı,' diye sessizce sorabilirsiniz?

1936 Sarıkamış diye tanımladığım dokümanter fotoğraf çekildikten altı yıl sonra yine Sarıkamış'ta bu ailenin sondan önceki çocuğu olarak doğan ve Batı'ya dönük bu ailenin bugün Ankara'da yaşayan son oğlu Sayın Cihat Şenocak, zaman verdi, yol gösterdi ve Cemalettin' Bey'in anısına özenle, koruduğu kolladığı bahçeyi, evi bize gezdirdi. Cihat Bey ile de anne ve baba anılarını canlandıran renkli söyleşiler yaptık.


Fakat en üst sağ köşede 12 yaşında görülen Cemalettin Bey'le söyleşi yapamadık! Bir üstte ise 1960'dan bugüne ve bizlere bakan bir fotoğraf var. Cemalettin Bey yerde.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, Ankara, Kayaş, Mayıs 2010

2 Mayıs 2010 Pazar

Kars Platosu, Sarıkamış'tan Berlin'e Nüfus hareketleri, bir aile ve üç kuşak ve Soyaile’ Onur Büyüğü Sayın Kemalettin Şenocak ile söyleşi

Yerel tarih de farklı ayrıntılarda yaşayan bir aile tarihidir çoğu kez. Anılar, günceler, mektuplar hem aile tarihidir hem de yerel tarih belgeleri verirler.

Ayrıntılarla dolu aile tarihi ise sonunda bu toprakların tarihidir.

Kimileyin kişiler değişir aynı ayrıntı farklı bir doku ile ötekinde de ortaya çıkar. Kimileyin aynı kişide farklı bir ayrıntı bir arkaplan ögesiyle yerel tarih dokusu oluşturur.

Doğa, çevre, insan; yerine göre toplumsal ve yerel yazılı anı dökümanları, sözle gelip kağıda dökülenler, sesli kayıtlar, fotoğraflar tek tek bir çekirdek merkeze yakın bireylerin geride bıraktıkları ile oluşur.

http://sarikamistekinsonmez.blogspot.com/ ile bir belge, mektup verisi ile sunuldu. Söyleşi ve anılar da bir aradadır; http://karstekinsonmez.blogspot.com/. Bunları özenle izleyenler bir yelkovanın dönüşü gibi her saat başı bir kez aynı sesi işitirler. Sarıkamış'tan Batı'ya nüfus hareketleri...

Değerli İzleyici,

Evet nüfus hareketleri çekirdek bir aile çevresindedir. İlk çekirdek ailenin bir oğlu ikinci kuşak olmakla birlikte, aynı aileden üçüncü kuşak oğlu ile Berlin'dedir.

Bir turist değildir o ve nüfus hareketleri demek biraz da bu demektir. Çekirdek aileden ikinci kuşak Sarıkamış'tan yola çıkmış, Berlin'de sonsuza dek kalacağı yeri saptamış.

Bakın topu topu üç kuşak ile gelişen sosyal bir olgudur bu.

Çekirdek ailede ikinci kuşak nüfus hareketleri sonucu Berlin'de mezar yeri alıyor. ‘Soyaile’ Onur Büyüğü Sayın Kemalettin Şenocak ile olan söyleşiyi birlikte izliyoruz.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, Mayıs 2010Kemal Ağbi, kaç yıl Siirt’te bizimle kaldınız? Bana o günleri, annemi biraz anlatır mısınız? Hangi yıl gittiniz? Trenle mi?
Tekinciğim! O yıl mektep erken mi tatil oldu ne oldu, şimdi hatılayamayacağım. Dönüşte.. tabii trenle.. ama ne kadar sıkıntı çektim biliyor musunuz? Eziyet çektim. Siirt’ten, Kurtalan’da aktarma yaptım.

Kemal Ağbi sizin kurşun kalemleriniz vardı! Ortaokula gidiyordunuz o yıl. Kalemleri elime almışım, vermek istemiyorum. Sen de; ‘bak hala kalemlerimi vermiyor, dersime çalışamayacağım,’ diyorsun. Üçümüz de birer iskemleye oturmuşuz. Babam yok. Işıklı bir oda. Sanırım 3,5 - 4 yaşındaydım. Annem dedi ki; ‘Oğlum o kalem senin değil, vereceksin. Kalemi getirip sana verdim. Çok üzüldüm. Kaç doğumlusunuz Kemal Ağbi?
Tekinciğim, ben 1926 doğumluyum.

Kemal Ağbi, Siirt merkez, 1940 başları. On dört olmalısınız!
Ben... 12 yaşında.. bir dakika.. siz söyleyin.. bir yerde, geride kalmadım, sınıfta kalmadım, yani.. kaç yaşındayım?.. Ha 14 yaşında.. anne çocuğuydum diyorum ama. En iyisi hatıratımı göstereyim. Var mı bildiğiniz kimse var mı, bassınlar, bana 99 kitap versinler. Bir kopyasını vereyim, bassınlar, doksan dokuz kitap.. ama çok para kazanırlar. Siirt’te galiba o zaman mektep erken tatil oldu. Ben hatıratımı açar size o Siirt bölümünü okurum.

Ağbi, ben annemi merak ediyorum, anılarınız yok mu?
Tekinciğim hatıratımdan göstereyim, bastırsak var işte.. hatıratın orta bölümünü yayınladım, ilk bölümünü yayınlamalıydım halbuki, aile bölümü Siirt.. şu, bu tabii, aile bölümü işte. Duruyor var.. Size o Siirt bölümünü okurum yukardan. Tekinciğim, bak, oteli hemen bırakın burada gördünüz eviniz, pırıl pırıl.. gelin burada kalın, otele para vermeyin. Sizi gördüğüme çok sevindim doğrusu..

Zafer ne zaman gitti? Kaç hafta oldu? Gelecek mi?
Zafer.. epey oldu. Berlin’de. Konuştuk hatta yine, dedim ki gelsen iyi edersin beni almaya.. ‘gelemem işlerim çok,’ dedi. ‘Seni’ dedi ‘o alır’ arkadaşı var da bir hanım.. ‘o seni alır dedi getirir,’ falan. Zafer.. dünya çapında olduğu için.. Amerika’dan Japonya’ya Mısır’a, gitmediği yer kalmadı. Öyle beş lisan konuşuyor ana dili gibi. hepsini ezdi geçti...

Kemal Ağbi annemi merak ettim de.. O nasıl bir insandı?
Nazmiye halam! İyiydi! Ben Nazmiye halamı çok severdim. O beni daha çok seviyordu. İlle beni Siirt’e alıp götürmek istedi. Babam demiyor ki ‘Nazmiye bu anne çocuğu, bunu nasıl veririm sana da götürürsün?’

Kemal Ağbi o zaman anne çocuğu değilsiniz, 14 yaşındasınız, zaten çok geçmeden evleneceksiniz değil mi?

Tekinciğim babam böyle insandı! 'Efendim bir de kendine göre evlen, dört tane alabilirsin,'diyordu. Hanımımın adı Emine ve inanın bana Emine adında bir melek.. annemin de adı Emine.. Emine hanım şimdi Osmanlı mezarlığında yatıyor, Berlin’de. Öyle pahalı ki! Dedim;‘Oğlum, benimki! İkinci mezar da bana!’, ‘Olur babacığım,’ dedi. İki mezar yeri şimdi birisi.. yattı orda duruyor ve o hanım, mübarek cuma günü sizlere ömür oldu. İki minareli Osmanlı camiinden çıktılar geldiler...

Kemal Ağbi, Siirt’te bir yıl ortaokulda okudunuz! Nazmiye halanız! Ben nasıl bir çocuktum? Kalemleri verdim size İşte odada sizin kalemleri almışım, kurşun kalemleriniz, siz de istiyorsunuz, ben vermiyorum. Kalem elimde duruyor, demek üç, dört yaşında benim de yazacağım tutmuş, bakın bizim ailede bir yazma tutkusu var değil mi?

Var değil mi Tekinciğim? Zafer de dünya çapında oldu.. dört beş lisanı ana dili gibi konuşuyor.

Ağlamadım o kalemi size verdim. Annem erkek ağlamaz derdi. Yumuşak sesle;‘Kalem senin değil, Ağbin vermek istemiyor. Senin olmayan şeyi alma.' Kemal Ağbi;‘Tekin, bir tanesi sende kalsın, sonra verirsin,’ demediniz siz de.

Tekinciğim şimdi şuraya bak.. gördünüz evi, bedava ev, eviniz.. gelin kalın burada. Ben daha burdayım.

Maksut dayım, amcanız vardı. Cemal Ağbi, nasıldı ağbiniz?

Amcam iyi insandı. Cemal Ağbiyle hep kavga ederdik. İki yaş büyüğüm, hep kavgalaşırdık, beni sevmezdi pek. Çapkın olduğu için.. gidip haber veriyordum sinirleniyordu tabii, babasının sevgili oğlu Cemalettin idi.. Hatıratımda herşey olduğu gibi. Hiç, ne ileri ne geri biraz okurum size.

Kemal Ağbi dayımın sevgili oğlu, sizi tahmin ediyordum.

Sevgili oğlu Cemalettindi, çünkü o da aynı babası gibiydi.

Keramettin Ağbi'nin çocukluğu, gençliği nasıldı?
O da makbuldu babasının sevgili oğluydu.. Keramettin bana karşı da çok saygılı neme lazım, Bünyan’dan..geldiler, bize geldiler, arabalarıyla. Aman efendim neler getirdiler, ballar getirdiler, buraya geldiler öyle yaa. Misafir oldular bize, sonra gittiler. Burayı gördünüz çocuklar ev sizin, siz bu gece burada kalabilirsiniz..

Bağdagül Abla sizden büyük müydü küçük müydü?
Amma da yaptın Tekinciğim, Bağdagül abla tabii en büyüğümüz. Oğlu var yeğenim Raci, iyi çocuktur.

Burda yalnız mısınız? Hiç kimse yok mu bu çevrede?
Şu anda yalnızım. Ben istemiyorum, kadın madın sokmuyorum eve. Bir kadın çalıştırıyoruz burda. Buraları ekti biçti, çok şey yaptı, ooh, ne patlıcanlar yetiştirdik neler neler, şunlar bunlar.. Şu üzüm var ya şu üzüm.. hasta etmişler, görüyorsunuz hastadır o. Minik minik küçük yuvarlak, avuç avuç yiyorsunuz ve doyamıyorsunuz. Çekirdeksiz, hiç çekirdek yok içinde. Bak şu üzüm taaa ordan dal yapıyor, bakmamış ki kadın.. komşu kadın bakıyordu, ilaçlanması lazım bunların. Bak bütün.. nasıl böyle biliyor musunuz, çekirdek mekirdek yok. Çekirdek yok hiçbir şeysi yok öyle üzüm görmedim hiç dünyada.

Biz artık gidelim Kemal Ağbi. Yarın tekrar geleceğiz.
Evet canım.. evet evet çok sevindim sizi gördüğüme vallahi.. söz verdiniz yarın gece buradasınız.. Gelirken bugünkü gibi yemek getirmeyin, evde hepsi var.

Kasım, 2009, Muğla, Köyceğiz

26 Ocak 2010 Salı

Sarıkamış'tan Batı'ya Kırklareli'ne göç, bir aile üç kuşak ve nüfus hareketlerine bağlı bir evlilik töreni ile üç mektup; Yirmi beşinci yazı

Bir ailenin birinci, ikinci, üçüncü kuşak bireyleriyle yaşadıkları törensel, özgün bir buluşmadan kır düğünü fotoğraflarıyla birlikte olacağız bugün.

Belge olan söz de burada.

Sözün büyüsü de burada işte. Söz yaşlanmaz! Zaman değişir, insanlar, duygular, aşklar değişir, fakat yazılan sözler değişmez ve hep yaşar, tıpkı fotoğraflar gibi.

Tören görsellikleriyle üç kuşak... 60'lı yıllarda Selviye Hanım'ın babası Niyazi Ağbinin yaşadığı öyküler ve Sarıkamış ile başlayan ve Kırklareli'ne varan üçüncü kuşak Damat Bey, Selviye Hanım ile Erdal Bey'in oğlu var ilk başta.

Yaklaşık yüz yıl süren üç kuşak öyküsü; 1920'lerde doğan Niyazi Ağbi ile Suna Abla'nın torunu ve Kars Platosu'ndan Trakya'ya ince/uzun yol.

Evlilikler, meslek/iş alanları nüfus hareketleri dinamiklerinin doğal motorlarıdır. Savaşlar dışında bu tür doğal olgular insan/toplum evrilmelerine giden yolu açar. Her toplumda doğal olanı da budur.

Değerli İzleyici,

Nedense sizlere yazmak için ayırdığım süre işte apansızın doldu. Ne oldu bakın bilmiyorum aslında. Zil çaldı! İçimde tiz bir tren sesi duyar gibiyim. Nerede olduğumu bilmeden kalkmakta olan bir trene doğru, bir peronda koşuyorum. Köklerinden uzak bir ülkede yaşamak gibi insan bazen kendisinden uzaklaşır. Mektup yazmak da biraz böyledir.

Tek birisi değil iç içe işlenen metinlerle ve mektup türünün kıyılarında dolaşarak bu blog bir yılı doldurdu. Bir trene koşar gibi belki de ayrılık vaktidir. Nerede olursanız olun, bana yazın diyen iletimi anımsıyorum.

Yazmak ayrılıktır! Yazıyorsanız hem de yaşıyorsunuz demektir. Kendi içinde farklı yolları olan anlatıların tümü de köken açısından insanın yazması ile başlar. Aynı aileden gelen ve bir düğünü de odak noktası yapan tümceleri, bir an kendimizden uzaklaşır gibi birlikte izleyelim."19.08.2009
"Sevgili Tekin abi,

“Önce size cevap yazmada geciktiğim için üzüldüğümü belitmek isterim. Ailece Karadeniz gezisindeydik. Batum'a kadar gittik. Güzeldi, keyifliydi. Hopa'da yeğenim Candaş'a misafir olduk. Dönüş yolunda Tokat'a Nermine uğradık. Hepimiz iyiyiz. Annem, ablam Erzurum'dalar iyiler. Fikret Kocaelinde sıtaja başladı. bir ay sürecek.
Selam, sevgi, sağlıklı uzun yıllar...
"Selviye - Erdal"
Mektuba ne denli açılırsanız mektup da öyle açılır size. Gittiği insanı da taşıdıklarıyla açar ve o an, o mektup kendisini de işlevselliği ile aşar.

Burada Batum’a dek süren bir gezinin izlenimleri olarak keyifliydi sözcüğü var. Bu tek sözcük, gezide her şeyin yolunda gitiğini söylüyor.

Bir şey daha öğreniyoruz; ‘Hopa'da yeğenim Candaş’a misafir olduk,’ tümcesiyle orada bir otelde kalmadıklarını anlıyoruz.

“Dönüş yolunda Tokat'a Nermin'e uğradık. Hepimiz iyiyiz. Annem, ablam Erzurum'dalar iyiler.”

Her mektup kısa özü ile bir ileti işlevini görür ve kısa özlü haberler verir. Kişisel bağlantılı bir ileti ile konuyu sürdürüyorum.

"13 Ocak 2010
"Sevgili Tekin Abi,

"Tokat'ta kış görmedik. Kar yağmadı. Yağmur yağıyor.

Selviye ablamla İstanbul'da görüştüm. Çapa'da diş yaptırdığı için sık sık İstanbul'a gidiyor.

Ben de kısa bir süre için İstanbul'a gittim. Berna Vakıflar Bankasında çalışmaya başladı. Banka ile anlaşamadı. Yüksek lisansını etkiledi. Sanırım bankayı bırakacak. Yurtdışında burslar aramanın derdinde. Amacı akademisyenlik. Bu da zor ve uzun süreç.
"Sonsuz sevgi ve selamlar...
"Nermin"İlk mektupta; ‘Dönüş yolunda Tokat'a Nermin'e uğradık,’ tümcesini anımsayalım. İkinci mektup, Selviye Hanım’ın Tokat’a ailesiye uğradığını yazmıyor. Böylece iki mektup arasında zamandaşlık olmadığı ve İki kardeşin ayrı yerlerde yaşadıkları ortaya çıktı.

“Selviye ablamla İstanbul'da görüştüm,’ sözü ile iki kardeşin başka bir zaman kesitinde bir araya geldiklerini öğreniyoruz.
Üçüncü mektup da şöyle;

“Mayıs, 2009
"Sevgili Tekin Abi,

“Yakınlarımız olan bir düğüne konuk edildik. Oraya gitmemiz biraz zaman aldı. Az kalsın yoldan geriye bile dönecektik. Düğünün açık havada yapıldığını gördük. Düğün sona ermiş gibiydi ki oraya vardık.

Çam ağaçlarının gölgesinde gelin ve damat yorgun görünüyorlardı. Çok geçmeden topluluk da dağıldı.

"Öğretmen anne Selviye Hanım ve bankacı baba Erdal Bey'in oğlu idi evlenen genç. Birkaç anı oradan iletiyorum. Fotoğrafta görülenlerin bazılarını belki tanıyacaksınız.

"Zaman insanı değiştiriyor! Mektuplar ise o anlık taşıdığı duygularla hiç değişmeden hep öyle oldukları gibi kalacaklar. Bu durum sizi de şaşırtmıyor mu?
"İçten selamlar, saygılar...
"Can"

Bu üç mektupta da herhangi bir yazınsal metin kaygısı yok. Bilgi ileten konumdalar. İşlerini de bu anlamda yerindelikle yapıyorlar.

Mektup, bu algı ile doğru ve yalın bir algıdır. Duygularla konuyu karıştırmadan, ilk elden iletme/ileti görevi verilmiş her üç mektuba.

Üçüncü mektubun son tümcesinde ise bir açılma var! Bir aşma da diyebiliriz buna. Yazan kişi kendisine açılarak bana da açılmış.

Diyor ki; "..o anlık taşıdığı duygularla hiç değişmeden hep öyle oldukları gibi kalacaklar." Ben de bu görüşe katılırım.

Zaman değişir, insanlar ve duygular, aşklar değişir, fakat onlar; o yazılan sözler değişmez ve hep yaşar, tıpkı fotoğraflar gibi...
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez
Stockholm, 26 Ocak 2010

Kurt öyküsü için tıklayın!
http://animalfriendtekinsonmez.blogspot.com/